15 Temmuz 2010 Perşembe

Londra Notları 4: Dünya Tıpası





1.

Aradan geçen bunca zamanda, başlığı dahi belirlenmiş onca konu vardı yazılıp buraya aktarılacak; ama ‘sıcağı sıcağına yenmezse soğuyup gider yemek’ kaygısıyla bu yazıyı öne alıyorum. Biraz futbol, biraz medya, biraz tarih ve çokça insanlık halleri geçecek bu yazıda; ara vermeden yazacağım ben, siz de ara vermeden okuyunuz. O yüzden çişi gelen, susayan varsa, şimdiden görsün hacetini lütfen. Zira “maç başlıyor” ve “futbol asla 90 dakika değildir”…

Sevsek de sevmesek de, ilgilensek de burun kıvırsak da bir şekilde, bir yolunu bulup hayatımıza burnunu sokuyor futbol. Kapıdan kovsak bacadan giriyor adeta. Yoğun takipçilerinin dehşet fanatizminin altında modern-öncesi dünyanın -tabu, mit, iman, her ne derseniz- bütün kör bağımlılık izlerini bulmak mümkün. Kapitalizmin bugün bütün diğer endüstriler gibi futbolu da yoğun bir kazanç sektörüne dönüştürmesiyle yalnızca “oyun” olma niteliğini çoktan kaybettiği de doğrudur.

Ama her iki mevzu da bu yazının haddinin biraz ötesinde kalıyor. Ne futbolun zihinlerdeki psiko-sosyal izdüşümlerini ne de sektörel-iktisadi muhasebesini analize kalkışacağım. İkisi de haddim değil doğrusu; sosyolog, eski matematikçi neo-sosyolog, iktisatçı, bankacı onca takibanist arasında bana laf düşmez. Yazı, daha çok futbolun siyasal alandaki tezahürlerine çimdik atma derdinde olacak. İşin içine biraz tarih, biraz siyaset, biraz da medya katarak şu son turnuvaya bir de o açıdan bakmaya çalışacağız.

Futbol ve siyaset lafları yan yana gelince, tipik sol entelin ve genç-heyecanlı solcu adayının kafasında hemen dergi klişesi Franco formülü belirecektir: “Futbol zaten kapitalizmin oyunudur abi… Hem faşizmin insanları uyuttuğu 3-F’den biridir. Ne demiş Franco(Franco kim canım benim? Ne iş yapar?), halkı uyutmak için 3-F yeter demiş. Yani Futbol, Fiesta(o ne ki?), bi de şey… (aklına F ile başlayan bir şey gelmedi sanırım, Florasan olmasın?)… Şey işte abi, her neyse… Emperyalizmin oyunudur bunlar abi…”

Elbette önce bu bilgiç klişeden uzak duracağız. En azından daha fazlasını söyleyene kadar, bununla yetinmeyeceğiz… Çünkü, önce lafı Portekizli Salazar mı yoksa İspanol Franco mu söyledi; yoksa biri söyledi de diğeri kendine mi uyarladı onu bulmak lazım. Hadi bulamadık diyelim, “Faşo faşodur abi, kimin söylediğinin ne önemi var (bilgi zaten önemsiz, gereksiz bir şeydir… ne gerek var değil mi…); kimin söylediğine değil içeriğine bak…” dedik. O zaman da içeriğini doldurmak lazım. Florasan ucuz yollu bir aydınlatma aracıdır; faşizmin aydınlanmayla işi olmaz. Kalan formüller üzerinde düşünmek lazım… Fado ya da flamenko diyen var(popüler kültür-müzik); fatima diyen var (din), fuhuş diyen var… Yani “f” ile başlayan ne varsa muhtemel tehlike…

Yani mesele düşündüğümüzden derin; öyleyse formül peşinde zaman tüketmeyelim entel kardeşim. Sonuç olarak “futbolun”, içten içe fanatik ama karizmayı da çizdirmeyecek denli “solcu ve entel” camiada illa ki uyutan, faşizme, kapitalizme içkin olumsuz bir çağrışımı vardır. Futbolla ilgilenmemeyi “entel” olmanın bilmem kaç kuralından biri sayanlar da vardır ki onlara kısa yoldan bir “hadi ordan”ı çok görmeyeceğim şimdi. Sonuçta futbol güzel bir oyundur; onu o güzellikten soyutup kendine mal eden sisteme değil de oyunun kendisine yönelen her eleştiri, dışlama, aşağılama da, daha en baştan oynatanı unutup kuklaya çatmak seviyesinde dar, sakat, güdük kalır.

Her neyse, mevzuya dönelim. Daha önceki dönemlerde de(Sümerler, Mısırlılar, Orta Asyalılar, Romalılar…) benzeri oyunlar saptansa da, futbolun bugünkü haline en yakın haliyle 17. yüzyılda İngiltere’de görüldüğü, geliştiği; kurallaşmaya da gene 19. yüzyılda İngiltere’de geçtiği genel kabul görür. Bu nedenle İngiltere futbolun eşiği olarak kabul edilmektedir.

Sanayileşme sürecinde futbolun fabrikalarda işçiler arasında gelişen bir oyun olduğu doğrudur; bu nedenle futbolu “işçi sınıfının oyunu” olarak görmek isteyenler olduğu gibi, daha o dönemde işçilerin iş dışı zamanlarının sistemin kontrolünde kalması ve sınıf bilincinin perdelenmesi için ucuz bira ile futbolun patronlar tarafından özellikle örgütlendiğini öne sürenler de vardır. Siz artık durduğunuz yere göre size uygun olanı seçin.

Buradan, “futbolun beşiğinden” bakınca iki yorumu da kısmen doğrulayacak bir “ara yol” çıkarmak mümkün: Futbolun, bir meşin yuvarlak ve kale kurmaya yarayacak dört taş dışında ciddi bir maliyet gerektirmeyen ucuz bir spor olduğu, bu niteliğiyle “yoksulların” rahatlıkla icra edebildiği ve çoğu spora göre daha kalabalık bir takım oyunu olması nedeniyle “kolektif” ruhu da çağıran bir alt sınıflar oyunu olarak doğduğu ve geliştiği kabul edilebilir. Sol literatüre hoş gelecek bu kavramların yanına, değerli Cangızbay hocanın saptadığı bir noktayı daha ekleyebiliriz: Futbol diğer çoğu spora göre fiziksel farklılıkların en az etki ettiği, bu yönüyle de “eşitleyici” bir nitelik de taşır; 2 metreyi aşkın Koller ile 1.65’lik Maradona; siyah Thuram’la melez Zidane “beyaz” bir takımda yan yana oynayabilirler.

Ama bir de karşı tribün var değil mi? Yoksulların, işçilerin fabrikalarda, mahalle aralarında, boş çayırlarda oynadığı futbol ile zaman içerisinde türlü anlamlar ve yönler kazanan futbol arasında stadyumlar boyu fark olduğu aşikar. Bu cepheye, futbolun sömürge ülkelerde sömürgeciler eliyle tanıtılıp yayıldığı; fabrikalarda işçileri oyalama aracı olarak kullanıldığı, sistemin (faşist ya da değil, türlü rejimler eliyle) futbolu bir tür “afyon” olarak kullandığı; önce fabrikalar, sonra mahalleler, ardından kulüpler ve nihayet ülkeler arasında rekabet, eşitsizlik ve düşmanlık yaratan bir nitelik kazandığı; kendi içinde dev bir sektöre dönüştüğü gibi mafya-kumar-siyaset gibi alanlardaki çirkinliklere de teşne olduğu; ırkçılığa malzeme sunduğu, fanatizmi ve şiddeti körüklediği; ‘barış-eşitlik” şiarı altında pek çok eşitsizliği ve sömürüyü perdelediği gibi pek çok söylemin de “günümüz” futbolunu tasvir ettiği doğrudur.


2.

Bunların hemen hepsi pek çok kez konuşuldu, yazılıp çizildi… Ben bu arkaplan çerçevesinde şu son dünya kupasına dair aldığım birkaç notu paylaşmakla yetineceğim.

Londra’ya döndüğüm gün dünya kupası henüz başlamıştı. Otobüsle eve giderken bütün kiliselerin, evlerin pek çoğunun, arabaların, dükkanların üzerinde beyaz fon üzerinde kırmızı haç işaretli “İngiliz” bayrakları asılı olduğunu gördüm; Birleşik Krallık değil, İngiliz bayrakları… Tipik “milli gün”cü refleksle, herhalde bugün milli bayramları falan dedim. Hani bizde de milli bayramlarda her taraf bayraklarla donanır ya… Üzerinde çok da durmadım açıkçası. Ama birkaç gün sonra fark ettim ki, bayrak çılgınlığı dünya kupasına dair… Demek “milliyetçilik” henüz ölmemiş; milli devletin sınırlarını en çok aşındıran buralarda bile…

Her neyse. Malum, İngiltere büyük umutlarla gidip eli boş döndü turnuvadan. Hele son maçta Almanya’dan fark yemesi, sinirleri iyice gerdi; suçun büyük kısmı İtalyan teknik direktöre kesildi… Günlerce bunlar yazılıp çizildi.

Ama bu yazıyı kafamda oluşturan, İngiliz futbolcuların döndüğü günün ertesi bütün gazetelerde boy gösteren bir haberdi. Habere göre, İngiliz futbol takımı ülkeden ayrılmadan önce otel çalışanları tarafından “spor malzemeleri” çalınmıştı. Bilmem kaç bin pound değerinde olan bu malzemeler arasında futbolcuların “iç çamaşırları” dahi vardı. Organizasyon ve düzenleyici ülke adına ne büyük bir utançtı…

Muhtemelen ortalama İngiliz’in kafasında kupadan elenmekten çok bu olay infial yaratmıştır; “ilkel ve yoksul Afrikalılar”ın sevgili İngiliz futbolcusunun donunu çalması karşısında ne diyeceklerini şaşırmış, açıkçası bunu onlara çok da görmemişlerdir. Suç, böyle önemli bir organizasyonu bir Afrika ülkesine veren FIFA’nındır; Afrikalılar vuvuzela ile kulak şişirmekten başka ne bilirler ki dünya kupasını yönetsinler?... Böylece FIFA, İtalyan teknik adam ve “hırsız Afrikalılar” arasından İngiliz futbolcular canlarını kurtardıklarına dua eder halde masum ve sevimli ülkeciklerine geri dönmüşlerdir.

Şu son paragrafta geçen birkaç kelime, aslında bu yazının tümünün ruhunu oluşturabilir: Güney Afrika(Bu metinde Güney Afrika Cumhuriyeti yerine kullanılmaktadır), İngiliz, FIFA, futbol, hırsız, masum…

İşe şu sorudan başlayarak girişebiliriz: Neden bu dünya kupası Güney Afrika’ya verildi? Soruya cevap aramayacağım, yalnızca soruyorum. Ancak, muhtemel cevaplar düşünülmeden önce, şöyle kısaca Güney Afrika tarihine bir bakmakta yarar var. Yok, ben burada anlatmayacağım elbette, o kadar hazırcı olmayalım, ben nasıl bulup okuduysam meraklısı da her yerde bulur… Ama şu kadarcığını söylemekte sakınca yok: Güney Afrika’nın, aslında bütün Afrika’nın ve dünyanın sömürülen bütün ülkelerinin kaderi benzer özellikler taşıyor. Kendi halinde, kendi kültürüyle iyi kötü geçinip giderken sömürgeci ülkenin “şefkatli” ve “adam edici” eli uzanıyor buralara. Önceleri ticaret yolları keşfinde, yol uğrağı olarak… Sonra bakılıyor ki, burada bir handan fazlası var… Altın, elmas, daha nice madenler… Sömürgeci daha bir “dost” kesiliyor haliyle, gelip buraya yerleşmeye, buraları daha bir yakından “adam etmeye” karar veriyor. Ondan sonrası artık aklın alabildiğine kıyım, isyan, iç savaş, soykırım, ezme, soyma, sömürme… Güney Afrika özelinde, bu bölgenin keşfinden 20. yüzyıla kadar ülke Hollandalı “Boer”ler ile İngiliz denetimindeki kabileler arasında savaşlara sahne olmuş. İngilizler bir tarihten sonra kontrolü tamamen ele geçirmişler. Ülke “bağımsızlığını” kazanalı epey olmuş ama nasıl bir bağımsızlıksa artık… Yerli halkın, yani siyahilerin daha çok yakın zamana kadar seçme-seçilme hakkı olmadığı, ülkenin yüzde 10’unu bile bulmayan beyaz azınlığın bütün yetkileri elinde tuttuğu, siyahları toplum yaşamından silen ırkçı yasaların daha 10 yıl öncesine kadar yürürlükte olduğu ve bugün de yürürlükte olmasa bile fiilen uygulandığı bir ülke G. Afrika. Yani, kendi toprağında yabancı olmuşların, kendi evinde misafirlerin -bile değil, kölelerin-, ikinci sınıf olanların yaşadığı, sözde “gelişmiş” ama özde işsizlik, yoksulluk, yoksunluk, ırkçılık ve sömürgecilik elinde halen inim inim inleyen bir G. Afrika.

En ufak bir organizasyonda bile terör, güvenlik, ekonomik yeterlik vs. gibi binbir ölçüt öne süren FIFA’nın bir dünya kupası işini bu ülkeye vermesi, ister istemez başka nedenleri getiriyor akla. Irkçı uygulamaları kağıt üstünde de olsa kaldırıp egemen ülkelerin “gönlünü alan”, sistemle bütünleşme yönünde uyumlu çabasını artıran dönemin iktidarına bir “rüşvet” veya “şeker” verme olarak bakılabilir buna. Daha geniş çerçevede, sistemle uyumlu olmayan diğer Afrika veya dünya ülkelerine “bak, G. Afrika olursanız sizin de şekerleriniz olur” şeklinde bir göz kırpma denilebilir. Daha daha büyük bir çerçevede, futbolun, onun nezdinde de dünya sömürge sisteminin aslında ne kadar sevecen, ne kadar barışçıl, ne kadar eşitlikçi, ne kadar bol gönüllü olduğunun da göstergesi sayılabilir bu “lütuf”.

Adına ne denirse densin, ortada sıradan bir durum olmadığı açıktır ve düşünen her aklın bir şekilde bu durumdan bir “bit yeniği” çıkarmaması işten değildir. Dünyanın kulağına ve gözüne, arka plandaki her türlü sömürüyü, eşitsizliği, yoksulluğu, savaşları, sistemin bütün kirini örtbas edecek bir “tıpa” daha tıkılmıştır ve bir süreliğine bunun adına da “kupa” denmiştir.

Gelin görün ki, sistem ne kadar “tıpa” tıkamaya yeltense de, canım Afrikalı kardeşlerim bir güzel vuvuzela sesine boğdular ortalığı. Yüzlerce yıldır kendilerini ezim ezim ezen insanlığa, hiçbir şekilde çığlıklarını, açlıklarını, çıplaklıklarını, yokluklarını duymayan sağır dünyaya “eşşek gibi” dinlettiler o sesi. Hem de onca tehdide, yasaklamaya, baskıya rağmen… Sevgili “sarı-beyaz” dünyanın kulak zarları incinecek diye, zurnalarını öttürmeden geri durmadılar… Ne güzel ettiler, ne güzel!...


3.

Gelgelelim, daha manidar manzaralara da tanık olduk bu süreçte. Ülkeyi yüzlerce yıl inim inim inleten İngilizler, Hollandalılar ve Fransızlar keyifle top koşturdu Afrika çayırlarında. Turistler vuvuzela keyfi sürdü. Brezilya, dilini, dinini, kültürünü, tarihini kendisinden çalan Portekizle oynadı; Şili İspanya ile…

Futbolun sarıp sarmalayan heyecanı içinde, teneke evlerde üst üste yaşayan, yanı başında dönen dünya sirkine kapı arasından bile bakacak maddi gücü olmayan, haliyle turnuvanın çok da ilgilendirmediği, nüfusunun yüzde doksanı aç-yoksul, milyonlarcası AIDS’ten ve başka hastalıklardan muzdarip, milyonlarcası günde 1-2 dolara karnını doyuran, daha daha milyonlarcası işsiz, bir avuç beyaz azınlık dışında kalan büyük çoğunluğu kendi toprağında, kendi ülkesinde yabancı ve ikinci sınıf G. Afrika’yı pek gösteren olmadı tabii. FIFA’nın “yoksulluk manzaralarını uzaklaştırın” isteği doğrultusunda binlerce insanın yerinden sürüldüğünü, halkın polisle çatıştığını… Milyarlarca dolar paranın döndüğü oyunda FIFA ve devlet erkanının gariban işçi ücretlerine göz diktiğini, işçilerin çoğunun ya parasını alamadığını ya eksik alabildiğini; günlerce buna karşı ayaklanmalar, grevler olduğunu… Bunları çok fazla okuyup izleyemedik. Medya vuvuzela ve meşin top peşindeydi. Bizim de görmeye pek imkanımız olmadı; ya da işte, vakit kalmadı, bağlantı yavaştı, elektrik kesildi falan filan…

Şu “hırsızlık” vakası gazete manşetlerini kaplamasa belki ben de bu kadar düşünmeyecektim üzerinde. Afrikalı “ilkel yamyam”lar İngiliz futbolcuların donunu çalmış. Bunlar kaç bin pound değerindeymiş… Bak şunların yaptığına!

İçimden şimşek gibi sorular geçti; sonra çıkıp bağırmak istedim sokaklara… Heyhat, kim anlayacaktı ki? Olsun, gene de haykırmak istedim suratlarına:

Ey kemirgen! Sen onların, bütün bir ülkenin altınını, elmasını, bakırını, sulu meyvelerini, toprağını, suyunu çaldın! Tomurcuk memeli çocuklarının ırzına geçtin; çelimsiz babaları köle, çaresiz kadınları hizmetçi yaptın. Bırak bir ülkeyi, koca bir kıtanın; kıtaların, bütün bir dünyanın anasını belledin! Dilini, inancını, kültürünü, tarihini, geleceğini çaldın!...Kıçında don bırakmamasıya sömürdüklerinin karşına geçip bir de keyifle futbol oynadın. Onlar senin bir donunu çalmışlar çok mu? Donunu kıçından sıyırıp, arkana da bir vuvuzela takıp, seni bağıra çağıra okyanusa dökmediklerine şükret…
Bak o zaman bir parça olsun ferahlardı içim.


4.

Ve futbol işte, yalnızca futbol değildi… Düdük çaldı; maç bitmedi…





/ cs, on dört temmuz ikibin on




...

Londra Notları 3: Bir Ses…




...

Ne uzun bir sessizlik olmuş. Sessizlik derinleştikçe içinde gürültüye doğru çoğalan bir alan saklı durur hep; sessizliğin kendi diyalektiği. Çünkü asıl büyük sessizlikte, ortalama sesli ortamda güç bela duyulacak sesler dahi bir gürültü teşkil eder. Pat diye yere düşen bir kalem, pencerenin önünden geçen bir kuşun kanat çırpışı, eski parkelerin bastıkça gıcırdayışı… Hepsi odayı, odadaki yalnızlığı doldurur.

Sonra dalıp gider insan. Yolların, şehir merkezinin, çarşıların, barların, fabrika düdüklerinin, tren garlarının, okul çocuklarının, seyyar sebzecinin, mahalle düğünlerinin, camdan bağıran teyzelerin, çekiç ve matkap seslerinin, alanların, sloganların, öğrenci evlerinin, fakülte koridorlarının, demir atölyelerinin o bitip tükenmez uğultusu sızar pencereden. Uzakta, belli belirsiz bir müziğin notalarına dönüşür; hasret ve anlayışla harmanlanmış bir eski zaman sorgusuna…

İnsanın o en ilkel çabası, yaşadığını anlama ve anlamlandırma derdi… Alıp çağlar öncesine götürür benliği. Sanki toprak henüz işlenmemiş, dinler ortaya çıkmamış, Yunan hiç olmamış, ortaçağ kararmamış, sanayi hak getire, sömürgeler yok, dünya savaşları olmamış… Üzerimizde bir ot ya da yaprak parçasıyla uçsuz bucaksız doğada ufku izliyoruz; zaman ve mekandan muaf, yalnızca o arayışın sancısıyla geçiyor hayat.

Felsefenin, bilimlerin, tarihin, dinin, emeğin, çalışmanın, paranın, rutinin, toplumun; binlerce yıldır insanlığa kan kusturan ne varsa onun çok uzağında, bir başına kalmışlık… Sessizliğin, en ufak bir çıtırtıya bile “yaşam belirtisi” diye sarılan kulağın kıvrımıdır yalnızlığın sandığı. Sandığımızdan daha büyük, anlatabildiğimizden daha derin, anlayabildiğimizden daha uzakta…

Yalnızlığın bütün tarifleri, asıl yalnızlık karşısında anlamsız bir sözler kalabalığından başka bir şey değildir aslında. Ve hiçbir uğultu, uzun, sağır bir sessizliğin hükmünden daha çok yıpratmaz aklı.

Hal budur…



/ cs, on dört temmuz ikibin on
fotoğraf: "çocuk"


...
...

14 Temmuz 2010 Çarşamba

HERKESİN BAHANESİ YA DA DÜNYA KUPASI SEN BİZİM HERŞEYİMİZSİN...


Pek değerli Takibanalar...

Neredeyse uç aydır, hatta benim dönem ödevimi saymazsak 4 aydır bloğa en ufak bir katkının yapılmayışı aklın ve izanın her seviyesinde, davaya(şayet bir davamız varsa...var mı lan?) ihanettir!

Ki bu süreçte takibana yönetici kadrosu tam kadro(Mehmet hariç!) gayet köklü değişimler yaşamıştır. Bu değişiklikleri bu arkadaşların her birisi(evet, ben dahil!) bahane edecektir suskunluğuna. Bu bahane olabiliritesinin, bu kaypak sahipliğin verdiği aynı şekilde kaypak rahatlık birimize bir gün batacaktı elbette ve o gün geldi; bu bana battı dostlar!!!

Nasıl olur da bir türlü kendimize gelemeyip ayları heba ettik? Nasıl oldu da postmodern yastıklarımızdan yalancı ağlama duvarları ördük kendimize; nasıl oldu da unuttuk bizi biz yapan tutkuyu?!


Şiire şimdilik ara veriyoruz...

Değerli Gaso dostumuz, Türkiye'nin 'güzide' bankalarından birinde fiyakalı(bence!) bir işe girmiş, işinin gereği olarak da yurdun neredeyse 30 ilini 4-5 ayda dolaşmış; yolların ve sermayenin hükmünde de olsa emekçi bir hayat sürmeye başlamış ve bir takibana olmasından mütevellit henüz 5. ayında Türkiye'de yılın elemanı seçilmiş, bunun sonucu olarak da bankanın Gaso adını gökteki bir yıldıza vermesiyle ödüllendirilmiş(fena halde gururluyuz! ve fakat bankanın bu absürd ödül anlayışını hala yemiş değiliz!), şu anda da Kars'ta, işini icra etmektedirç Sevgilerimizi sunuyoruz...Lakin! Gittiği her otelin her odasında kablosuz internet erişim imkanı bulunduğu gün gibi ortadadır! Ve, Uğur Meleke'yi sağ cebine, Feyyaz Uçar'ı sol cebine, resmi yorumcu Ömer Abi'yi ise arka cebine koyacak denli bir dünya kupaları tarihi uzmanı olan; sadece Tanıl Bora'yı rakip edebileceğimiz Gaso dostumuz; 65 maçlık serisiyle son 25 yılın en güzeli olduğu kanımca şüphe götürmez Güney Afrıka 2010 üzerine hiçbir yorum yapmamıştır; kamuoyu bu duruma elbette ki kızgındır!
Gaso'yu göreve çağırıyoruz behemhal!

Haso kardeşimiz... 4 Ay öncesine kadarın yiğit eleştirmeni; engizisyondan ılham almıs yargı dinamizmi ve Hitler'in propaganda baskanı Goebbels'in 'hersey mubahtır, yeter kı halk inansın' mottosunu ilke edinerek, saydırmadık takibana bırakmamış, sayısız darbe girisiminin sırılsıklam imzalı sahibi Haso kardeşimiz...Evet, her nasılsa O da...evet, yurdumuzun nadide bankalarından birinde çalışmaya başlamıştır; Antalya'da 5 yıldılı otelde, Izmir'de 5 yıldızlı motelde akıldışı insan ilişkileri eğitimleri(!) aldıktan sonra, bu kardeşimiz de Amerika'dan(benim tarafımdan) edindiği ultra kaliteli beyaz gömleği, abisinin(benim efendim) düğününden kalma takımı ve kravatıyla(Haso'nun giydireniyim adeta.), birkaç gün öncesinde kendisini hasta eden klimanın o kokusu çıkmıö derecede kapitalistik mekanında çalışmaya başlamış, ilk maaşı ile Amerika'dan(Evet evet, doğru tahmın, bendenız efendım!) sipariş ettiği uçaktan bozma Dell Studıo 17*4GB ram, 500 GB harddisk, 2.26 Ghz core duo...dizüstü bilgisayarını edinmiş ve sınırsız kablosuz internet erişimine rağmen en ufak bir güncelleme...yapmamıştır! Göreve çağırıyoruz efendim; derhal!

Taso bacınız(sizin!), master bitirme projesi ile gözlerimin önünde hergün biraz daha kafa karıştırıcı şekilde cereyan eden(bana öyle yansıyan) mide problemleri çekmektedir, projesi için her gün sabah 5-7 arası bir saate kadar matematiksel denklemler ve programlar ile mücadele etmektedir; O'na şimdilik dokunmuyoruz, torpilli!

CS hocamız...Londraidan yurda dönüşte adını şimdi hatırlayamadığım ve sırf buraya yazmak için google dan aratmak istemediğim, hadi sallayayım: Efololojokul(?!) adlı yanardağ felaketinin uçuş iptaline takılmış, bizi tedirgin etmiştir. Londra,ya geri dönmüştür, fakat bendeniz kendisine yaklaşık bir aydır hiçbir kanalla ulaşamamışımdır, nedenini anlayamamaktayımdır, bu durumdan rahatsızımdır. CSiyi geri istemekteyizdir...

Coshua kardeşimiz trompet çalışmaları ile aylarca uğraşmış ve sonra beyaz bahriyeli üniformasıyla trompet çalmıştır. Tabii ki bu, bahaneler arasında kuşkusuz en tırt olanıdır, yorumu okuyucuya bırakıp Coshua'yı göreve davet etmekteyizdir...

Nokta kardeşimize gelince...Nokta kardeşimizin CS gibş ortadan kaybolmamasına rağmen tarafımızca bilinen en ufak bir bahanesi yoktur dostlar! Nokta kardeşimiz, "KALEM" dergisinin 'Yalnızlık' sayısının matbaa sürecinde kameralarımıza yakalandığı atletli ve gözlüklü, göbeğini kaşıyan fotoğrafıyla bu sitede afişe edilmemek istiyorsa bir hafta içinde bir yazı girmek durumundadır! Fotoğraf bendedir!


Ve ben...Dostlar, burada gerçek bir bahanesi olan bir tek ben varım(tahmın edebileceğiniz üzere)...Uzun hikayedir; doğru dürüst bir çaba gösterip, üniversitenin Sosyoloji bölümünden master kabulu ve asıstanlık almısızdır; 4 ayda 4.00 ortalama ile sosyoloji lisanslı 9 kişinin arasında birinci olmuşuzduri 13 tane essay yazmışızdır, bir tane tamamen arapça senaryo yazıp Haso'ya yollamışızdır(çekilmiş, kurgu aşamasına girmiştir), bir başka kısa film senaryosunu burada, bu Amerikan kasabasında çekmek üzere yazmış, önümüzdeki cumartesiyi beklemekteyizdir. Üç yeni öykü yazmışızdır. E tabii ki dünya kupasıinın en azından 40 maçını izlemişizdir. Daha ne yapalımdır? En azından Takibanist diriliş çağrısını yapmamdan ötürü, masumumdur...


Hepinizi "Viva Takibana, Vamos Takibana!!!" diyerek selamlar, gözlerinizden öperim...



Kaso

Clemson, SC, USA

Takibana Production'da bana sonbahar yaprak dökümü!!!

Takibana Production'da bana sonbahar yaprak dökümü!!!
clemson(qq)-meksika sınırından amerika'ya geçmeye çalışan kaso/taso ikilisi kameralarımızdan kaçamadı! yönetim kurulundan alındığından bihaber olan kaso'nun yorumu merak konusu..

3'ün 1'i; kola kapağı ve zavallı edriyın

3'ün 2'si;kurbağaların sevinme zamanı

3'ün 3'ü;baba, kedi ve edriyın'ın gölgesi..