16 Ekim 2010 Cumartesi

Matematik'te Doktora Yapmak Üzerine Didaktik Bir Öykü...










Yakından tanıdıgınız sevgili Taso, bildiğiniz üzere ABD'nin alanında sayılı üniversitelerinden birinde Matematik Doktorası'na başladı.

Unutmak mümkün mü? 9 yıl önce bugünlerde ikimiz de Türkiye'nin alanında sayılı(!) üniversitelerinden birinde birinci sınıf öğrencileriydik, heyhat, o zamanlar önlük giyilirdi üniversitenin birinci sınıfında. Üstte, solda bir sahnesini gördüğünüz o şahane zeka-sevgi-dostluk-yaşam... temalı, türkçeye hangi akıl ve izanla böylesine yanlış çevrildiği en anlaşılamayacak filmlerden olan "Good Will Hunting"-Can Dostum-(ney?!) 'in başkarakteri Will'in karizmasına yenilip girdiğim bölümde daha bir ay dolmadan derste gizlice Dostoyevski'mi, Camus'mü açıp okumaya başlamıştım ben, şahsen.

Belki o ilk sene gerekeni yapacaktım ve bölümümü değiştirecektim. Lineer Cebir'in o en Will olunmaya müsait görünen dersinden 153 kişiden 150 kişi kalınca ve geçen 3 kişi arasında bulunmayınca hele, herşey tamamdı, değiştirmeliydim...ki ilk senemizin, birinci sınıfın sonlarında, baharda büyülüfener sinemasına, evet, Taso ile birlikte gidip izlediğimiz yine korkunç çeviri mağduru "A Beautıful Mınd"-Akıl Oyunları(!)- herşeyi altüs etmişti. Aynada teorem çözen bir Russel Crowe olmak niye imkansız olsundu ki, niye beni de rus ajanları halusınasyonları ile gizemli, komplike ve bir o kadar da holywoodsal bir matematikcilik hayatı beklemesindi ki?

Bu yeni amerikan komplosu nedeniyle 2008 başlarında sonlanabilecek matematik serüvenimi yaşamış, neyse ki 25 yaşıma gelince, aynada teorem çözmek yerine küçükdalyan'da değerli öğrencim Oktay'a basit kesirlerde toplamayı 9 ayda öğretemedikten sonra akıllanmıştım.

Şimdi hepinizin bildiği gibi, ABD'de olmama ragmen, genç dahilerinin filmi çekici bulunup yapılmayan ve fakat bana göre bir alanda, Sosyolojı'de devam ediyorum ben, şahsen... Ve Taso'ya gelince...

Hikayemizin odağında evet, Taso var dostlar. Good Will Hunting ve A Beautiful Mind'a inanmaktan vazgecmemiş, kapsamlı bir burs ile Matt Damon'un da Russel Crowe'unda havasında dahi olageldikleri Amerika topraklarında lisansüstü eğitimini yapmaya gelen Taso, Clemson'da gerçekten hiç bir şey anlamadan izlediğim zorlu bir sürecin ardından master derecesini aldı ve artık yabancı olana, Russel ve Matt ile aynı seviyede bulunacağı, dolayısıyla ne benim ne de aranızdan herhangi birinin anlayamayacağı şeyler yapacağı bir mevkide sürdürecekti öğrenciliğini.
Taşındık karolaynaların kuzeyine, herşey yeniydi; herşey doktora yapmanın büyüsünü taşıyordu. Günler geçti. Ben doğal olarak Taso'nun master'da bir şey anlamadığım notlarından kaçıyor, derslerine dair anlattığı şeylerde kendimi yetersiz hissetmemek, bir zamanlar hayalini kurduğum Kurt Godel'in analizlerini anlayamayacak olmanın acısını tekrar duymamak için ugandaca dinler gibi dinliyordum, 'hı hı' deyip geçiştiriyordum... Ta ki dostlar...Ta ki bugüne kadar...

Cıvıl cıvıl, güneşli bir ekim günü, hem de pazar günü, hem de hiç kimse beni buna zorlamamışken, hem de en güzel en gerçek şeyin...(Nazım usta'ya saygısızlık mertebesine erişmeden kesiyorum.) evet, öylece uyandım, sabah saat 10'du. Taso, kahvaltıyı hazırlamamış, bunun yerine giyinmiş, beni de derhal giyinmem için telaşa sevkediyordu. Otobüs çalışmıyordu, ben O'nu arabayla götürmeliydim, ve kampüste Nathan adlı sınıf arkadaşıyla buluşup bir ders için deney yapmaları gerekiyordu...

Evet: Doktora Deneyi! Şöyle silkindim, endişelendim ve lakin evin erkeğiydim, beni rol-model kabul etmiş süpersonik kedimiz Marty tepkimi anlamak üzere gözlerini dikmiş bana bakıyordu mahzun mahzun. Korkumu yenip üzerimi giydim ve heyecanımı gırtlağıma hapsedip bomboş yollarda tırısa kaldırdım arabayı. Kampüse varıp arabayı park ettik.

Neden sonra Nathan ile karşılaştık... O da nesi!
Nathan 1.65 boylarında, cılız bir bünyeye sahip, kalın camlı gözlüklerin ardından serçe gibi bakan, elleri ayakları sürekli kıpraşan bir matematik doktora öğrencisiydi. tanrı ona doğuştan Russel Crowe olmayı, Matt Damon olmayı armağan etmişti. Elbette ki girdiği tüm tuvaletlerin aynalarına teorem çözümleri yapıyor,metroda gençler bardan dönerken küfürlü muhabbet ededursun, o, yine ve niyeyse cama(cama teorem çözmek matematik doktorasıyla ilgili bir şeydi anlaşılan) teorem ispatı yapmakla meşgul oluyordu.

Elimi yarım sıktı Nathan, "I am Kaso" deyince "All right" diyerek anlamsız ve bir o kadar da yavşakça gülümsedi.
Dedi ki "I am from Ohio" Sormamıştım ki! Ben daha ne diyebilirdim ki; sormamıştım ama söylemişti işte, çocuk tam bir matematikçiydi, rus ajanlarını sormak istedim ama biliyordum ki bu tehlikeliydi. Bir matematikçiye ne sorulur ve tehlikeli değildir diye düşünürken yaşını sordum; bir çırpıda, adeta dahiyane bir şekilde "Rıght now ı am twenty-four" diye yapıştırdı cevabı. 'Kaşınma' dedim kendi kendime.

Elbette ki doktora deneyine dair bir şey sormamıştım; onlar aralarında konuşurken deneye dair, ben kulaklarımı tıkamıştım ve deney yerine, okulun yanındaki sosyal caddemiz Hillsborough Street'e vardık. Taso ve dahi Nathan aralarında on metre kalacak şekilde kaldırımda yerlerini aldılar, not defterlerini ve kalemlerini çıkardılar ki Taso hızla arkada bir banka oturmaya meyletmiş bana doğru koşup Nathan'a "Wait wait!" dedi.

Korkuyordum elbette ama dediğim gibi evde beni örnek alan Marty vardı, güçlü olmalıydım!

Elindeki cep telefonun bana doğru uzattı Taso ve dedi ki "Kronometreyi başlatınca seslen ve tam beş dakika olunca durdur bizi."

"Yapabilir miyim gerçekten?" demek istedim ama Marty herşeyi yönlendiriyordu o anda. "Peki" dedim, "Tam o saniyede mi durdurmalıyım?" dedim, "Ney?" diye pervasızca sorarak benden uzaklaştı ve yerini aldı.

"Start" komutu verdim ve Taso ile Nathan aynı anda defterlerine bir şeyler karalamaya ve yola bakmaya başladılar. 5 dakika göründüğünde heyecanla ve gereginden yüksek bir sesle "Stop!" diye bağırdım; Hillsborough'un sakinleri yadırgar bakışlarıyla beni süzerken ben koskoca doktora deneyindeki çok çok basit görevimi yerine getirmiş olmanın kıvancını duymaktaydım.

Taso ve Nathan benim bulunduğum yere geldiler; ikisinin de kağıtlarında çizikler vardı... Çiziklerini saymaya koyuldular.

Kalbimdeki hızlı atışlar yavaşladı, anlamsız ve belirsiz bir şaşkınlığa meyıl verirken Nathan "How many?" diye sordu Taso'ya.
"Thirty-six" dedi Taso ve ekledi: "How about yours?"
Nathan o bana dahiliğinin göstergesi olan gülümsemesi ile "Thirty-six" dedi.

"Ok!" dedi Nathan, "Ok! We are fine, have a good day!" dedi ve hızla yanımızdan uzaklaştı.

Bir yanımızda Hıllsborough, diğer yanımızda 120 yıllık üniversite kampüsü birbirimize bakakalmıştık Taso ile.
"Otuz altı ne?" diye sordum, dayanamadım.
Hiç bir şey olmamış gibi: "arabaaaa" dedi sondaki a harfini anlamsızca uzatarak ve acımasızca devam etti. "Beş dakikada önümüzden geçen arabaları saydık ve baktık, sayımlarımızda fark olacak mı?" diye...

Kozmik ve karmaşık görseller arasından çekip çıkardığım hayalkırıklığının o andaki evrensel merkezi olan başımı hafifçe sallayıp, "5 dakikada yoldan geçen arabaları mı saydınız?" diye sordum.
"Evet," dedi Taso.

Gündelik yaşamın gündelik ağzına ihtiyacım vardı, mahalledeki arkadaşla bilye oyunu hakkında konuşur gibi "ama yanyanaydınız zaten?" diye sordum.
"Hayır, aramızda on metre filan vardı." dedi Taso.

"Matematikte doktora bu mu?" diye sordum aynı bilyeci ağızla.

"Neyy?" dedi Taso, çantasının yanına sokuşturduğu suluğundan bir yudum aldıktan sonra, yüzünü buruşturarak...

6 Ekim 2010 Çarşamba

Tecavüz...


Evet... Umarım reklam tanıdık gelmiştir. Marka ismi vermek gereksiz çünkü.. Ama günlerdir bu reklam o kadar çok karşıma çıkıyor ki, he görüşümde 10 kere görmüş gibi etkisinde kalıyorum.. Arabanın büyüklüğü, motor gücü, şanzımanı veya rot-balans ayarıyla ilgisi yok bu etkinin.. önemli olan özenle seçilmiş ve bir o kadar gereksiz, saçma cümleleri..
Reklamı özetlemem gerekirse; resmin sağında gördüğünüz arkadaş, arabaya hayran hayran bakmaktadır.. soldaki satış temsilcisi ise enteresan cümlelerle adamın aradayı alma nedenlerini irdelemektedir/tahmin etmektedir... "çok geniş bir aileniz var", "iki küçük yeğeniniz var ve her yaz tüm oyuncaklarıyla yanınıza geliyorlar", ve en can alıcı cümle, "siz bir dalgıçsınız, ve oksijen tüplerinizi koyabilmek için büyük bir bagaja ihtiycınız var!!"... işte yaratıcılıkta son nokta. yani işin anlamadığım kısmı, neden bu kadar teferruatlı düşündüğü.. ve daha da ilginç yanı bu 3 tahminden sonra satış temsilcisinin, "sizin gerçekten bu arabaya ihtiyacınız var mı_?" diye sorması.. Yani sanki bu üc ihtimalden başkası olamaz, sanki adam ya dalgıç ya da dayı olabilirmiş gibi, sanki adam bu arabayı başka herhangi bir şey için kullanamazmış gibi... neyse, reklamın mantık hatalarıyla boğmak istemiyorum yazıyı.. anlatmak istediğim başka şeyler var.. ve bu da zaten reklamın devamında ortaya çıkıyor..
Çünkü satış temsilcisinin son sorusuna adamın cevabı: "hayır, ama istiyorum!"..Yani "hayır ihtiyacım yok ama istiyorum" diye bir cevap.. Nasıl bir aklın, ekonominin, yaşam standardının ürünüdür bu cümle.. "bazı şeylere ihtiyacınız olmasına gerek yok, istemeniz yeter!" şeklinde bir slogan, nasıl bir kitleye hitap etmektedir_? Kapitalizm bu kadar acımasız oldu mu ki bu ülkede? Televizyon başındaki herkes bu reklamı izlerken, sadece "küçük" bir kesim "evet, istemem yeter" diye düşünebiliyor.. İhtiyacım olmayan bir şeyi sadece istediğim için istemek, bugün koşullarında pek de reddedilemez bir ayrıcalık.. Ama asıl konuj o değil, asıl konu bu kadar açık yapmayın bu işi, kapitalizmi sinsi sinsi yaşatın bize, korkutmadan, dikkat çekmeden, alttan alta yedirerek, yıllardır böyle yedik çünkü tüm numaraları.. E biz yemeye devam ederken bu kadar "çıplak" yapmanın ne anlamı var..
Tabii konu reklamdan açılmışken, son günlerde ekranın Robin WOOD'u , AGAOGLU'ndan bahsetmemek olmaz.. "bu memlekette yaşayan herkes havuzlu, ferah, bahçeli bir evde yaşamayı hak ediyor" diye bağıran AGAOGLi, çok değil daha bir yıl önce, "1970li yıllarda İstanbul'un Anadolu yakasında yapılan yapıların büyük bir kısmına malzemeyi ben sattım, Kumları marmara denizinden, demirleri hurdadan çektik, herkes aynı şeyi yapıyord, deprem olursa istanbul'a ordu bile giremez!"(fırat budacı-uykusuz) demişti... Bu olaydan yapmamız gereken çıkarsama nedir_? Medyanı ilgi odağı olan, programlarda, diziler veya haber bültenlerinde sıksık karşımıza çıkan, bize dayatılan söz konusu reklamdaki adamı yılların çok değiştirdiği mi_? Yoksa bir görüntü ancak bu kadar "insan" olabilir mi_? reklamın sonunda omuz omuza ve porselen dişleri kamaşır halde gülümseyen bu adamı gören, ağzı dişsiz, paçavralar içindeki herhangi "biri" adamla gurur duyuyor, ona hak veriyor ve adamın çok samimi olduğunu haykırıyor(birebir yaşadığım bir olaydır)...
Daha da bir şey eklemek istemiyorum bunların üzerine, eğer bu iki örneği "gördüyseniz", zaten ne kadar vahim bir durumdan bahsettiğimi anlamışsınızdır.. Artık alttan alta yapılmıyor hiç bir şey, yani gözümüzü dört açmamıza gerek yok dönen dolapları görmemiz için, eskidendi o günler, eskidendi hissettirmeden ve aşkla ırza geçişler.. Artık tecavüz her yöntem.. Boşa denmemiş, zevk almasını bileceksin diye... her yöntem tecavüzse, isteyin yeter, zevk almasını" bilene...
haseyn...

29 Eylül 2010 Çarşamba

Bir gün hikayesi...

Her zamanki gibi bir gündü...
saatler 07:30u gösteriyor olacaktı ki alarm acımasızca ötmeye başladı.. gözlerimi açar açmaz bir cümle geldi dilime:
"Gün; senin için gözünü açtığın anda başlar..."
Şöyle kalın ve italik harflerle, birde tırnak içine aldım mıydı yazarım takibana'ya, diye düşündüm.. ve yaptım da! ama gün yine de her zamanki gibi başlamıştı.
bir duş alıp kendime geldikten sonra, artık bundan sonra yaşayacağım iş günü sayısı kadar bıçaklanacak yüzümü, bu güne kadar ki iş günü toplamıma +1 daha eklemek adına traş ettim.. "cilet füüjın pavır 5 pıçaklı!" diye reklamlarda bağırmalarına rağmen benim elimdeki aletin ilk bıçağı değiyor gerisi ise adeta geziniyordu. ağzımdan çıkan ağır küfrün karşımdaki aynada altyazı olarak geçtiğini gördüm, tabii türkçe altyazı yamalı hollywood iyimserliğiyle "lanet olsun!" şeklindeydi bu altyazı.. hollywood bir yana türkçe altyazınınve dublajın allah belasını versindi. zira kafamda ağız dolusu küfretmeme rağmen dudaklarımdan artarda lanet olsun cümlelerinin çıktığı zamanlar da çoktu.. bunları kafamdan silip elimdeki traş bıçağına geri döndüm, diğer 4 bıçağı sökesim geldiyse de "sökeyim 5 bıçağınızı!!" diye bağırmakla yetindim.. Bir türlü kendime gelip günlük iş hayatıma adapte olamıyordum..
kahvaltılık bir şeyler atıştırmak adına mutfağa doğru gittiğimde buzdolabının acımasız yokluğuyla karşılaştım.. tabii ya, dün tamirci gelip almıştı, yoksa neydi bu evdeki sessizlik! omuz silkip mutfaktaki yoğun (öyle böyle değil) peynir kokusunu aldım. kokunun merkesine yönelmeden elime aldığım peynir posetini çöpe attım. rafta duran sarelle ve fındık ezmesini de alarak irfan değirmenci ile sabah haberlerini izlemek için salona geçtim. irfan dediysem de çok sevdiğimden değil, sabah sabah ntv ciddiyeti çekilmiyordu tecrübeyle sabit, diğer kanalları zaten es geçiyordum. ama irfan d. dediğimiz adam sabah sabah izleyici ile konuşup, yalnız yaşayan arkadaşları da (yani beni) düşünerek sabah haberlerini katlanılır kılıyordu. kısım kısım yayınlanan haberlerde kah şaşırıyor, kah hüzünleniyor, kah lanet ediyor, kah eğleniyor, kah kahkahalar atıyordum. bu sırada kahvaltım da devam ediyordu tabii.. sarelleli ekmeğin üzerine sürdüğüm fiskobirlik fındık ezmesini her ağzıma götürüşümde "ulan adamlar yapıyor be, tabii ki pahalı olacak!" diye düşünüyordum.. oysa bildiğin kakaolu krema ile fındıktı bunlar ama elineki mal verdiğin para kadar değerlidir düşüncesiyle yetişmiş bir milletin mensubu olarak hakettiğinden fazla değer vermeliydim bu ikiliye.. bu iki kıymetli besin maddesine rağmen mutfağımda başka hiçbirşey yoktu, yani elimdekiler tamamlayıcı değil ana besin maddelerimdi...
evden işe doğru çıktım,yine ve her iş günü sabahı oduğu gibi, iş ile ev arasındaki en dikkat çekici yer olan emniyet müdürlüğünün önünden geçerken bina önündeki nöbetçi polis memurlarına günlük rutin selamımı verdim.. 09:00 itibariyle tümdüşüncelerimi, tüm hayatımı, tüm ideallerimi yine birkenara bıraktım, şalterleri indirdim ve kendime geldiiğimde saatler 17:00ı gösteriyordu..gün bitmiş solumdaki iş arkadaşım gazi (ağır grip) olmuş, sağımdaki
bitap düşmüş, ben ise yüzümde aptal bir gülümsemeyle karşımdaki boş bilgisayar ekranına bakıyordum.. gözlerimi ovup kendime geldim.. bu hikayenin bir sonu yoktu, ama illa her b.kun da bir sonucu olacak değildi ya..
gunsonu işlemlerini yaparken yetkili bir ağızdan "mutlu musun" diye bir soru alınca, yiğit özgür'ün o muhteşem şaheseri geldi aklıma ama sırası değildi.. ben de "hayır" demekle yetindim.. hakkaten mutsuz muydum_? mutsuz ama umutluydum belki. ya da böyle tiriviri cümlelere gerek yoktu.. o an mutlu değildim işte.. derken iş bitti ve dışarı çıktım.. herkes evlere dağılınca "günlük rutin" iş çıkışı sigarasıyla yalnız kaldığımı farkettim, evde de kimse yoktu, hava kararmıştı..
yavaş yavaş yürümeye başladım.. bir iddaa bayiine girip barcelona-1 maç sonucu diye doldurdum yuvarlak boşlukları, sallamasyon birkaç maçtan sonra bu kadarının yeterli olacağını, bir sonraki maaşa kadar kazanacağım bu parayla geçinebileceğimi düşünüp, buna ikna olup kuponu yatırdım.. daha sonra alternatif para kazanma yollarını da denemiş olmak adına şans topuna da şans verdim ve dışarı çıktım, 2. akşam sigaramı yaktığımda barcelona maçı başlamıştı bile..
rubin kazan fena bastırıyor ama kaptan puyol izin vermiyordu, maçı dışardan gözetlerken bu yazının nereye doğru gittiğini düşündüysem de pek bir yol bulamadım.. evimde ekmek yoktu yolumda da ekmeği olan bir market.. yöndeğiştirip ekmk aramaya başladım. derken telefon çaldı, arayan buzdolabına gerekli müdahaleleri yaptığını ama ancak yarın öğle saatlerinde taburcu edilebileceğini ifade etmeye çalışan tamirciydi.. yapacak bir şey yoktu, telefon henüz kulağımdayken gözlüğümde kocaman bir su damlası belirdi. gözlüğü çıkardığımda bunun sadece küçük bir damla olduğunu farkettim ve yukarı doğru baktım.. yağmur başlamak üzereydi, aha,dedim, hayat bok gibi...
bu düşünceden kurtulmaya çalışarak ve ıslanarak,zoraki bulduğum ve ne ile tamamlayarak yiyeceğimi bilmediğim ekmeği ıslatmamaya çalışarak eve doğru giderken iddaa bayiinden gelen "guardiola istifaaa!!" nidalarını duydum.. önümdeki 2 günlük geçinme planım birden alt üst olmuştu..
...
birşeyler yiyip bilgisayar başına oturdum ve bu yazının beklediğimden uzun ve amaçsız olduğunu farkettim. ama olsundu! ben gaso ve kaso ya yazdığımı söylemiştim artık ve bu yazı bir şekilde ya da bu şekilde bitmek zorundaydı!...
ve yazıya başladığım özlüsözün gasoca'sını gaso'ya sorarak bitirmeye karar verince;

"gün senin için gözünü açınca değil telefonun alarmı çalınca başlar"

dedi... beğenmedim...

haseyn...

24 Eylül 2010 Cuma

Uzun Bir Aradan Sonra...

Mart'ın yirmisekizinden beri uğramadım buraya..
"uğrayamamışım" veya "uğrayamadım" demiyorum, diyemiyorum, demek de istemiyorum..
"ne olduysa o gün oldu" da demiyorum elbette.. zaten olan bir şey de yok aslında. değişen sadece hayatım. yani gündelik yaşamda rastladığımız milyonlarca hayattan sadece biri benim için. neyin özeli varki..
ne özel kılar ki benim yaşamımı, kim için ve elbette neden_?
köklü bir değişikliğe maruz kalmış bir beyin, bir hareketlilik, koca evrende küçük bir yer değiştirme; kim için neyi değiştirir ki_?
değiştirmedi de zaten..
değişen sadece ben oldum ve bilinçsizce midir bilmem, bu değişime karşı koy(a)madım.
sahi ne oldu da yazma gereği duydum_? mart'ın yirmisekizinden beridir bakmadığım bu sayfaya, kim dürttü de bir göz atayım dedim.. ya da neden buraya mecbur hissettim kendimi_?
peki neden her zaman nefret ettiğim ve yazandan da tiksindiğim bol üç noktalı ve soru işaretli cümleler kuruyorum şu anda.. kabızlığın simgesi cümleleri. yazamadığımdan belki.. sanki aylardır çok daha önemli şeyler yaptımda mı yazmayı unuttum!
kıvama göre bir ezgi eşliğinde tıkır tıkır yazan parmaklarım kitlenmiş artık ya da belki kirlenmiş... bir yazın eseri çıkarmıyorlardı belki ortaya ama en azından cümlenin ilk sözcüğünü yazarken son noktasını hissediyorlardı ve ona göre virgüllere boğuyorlardı cümleyi, okuyanlar bilir tecrübeyle sabit.
bu yazıya başlamadan önce güzel bir dönüş hikayesi yazmak istemiştim, neden böyle oldu ben de bilmiyorum. yazıyı okuyan sınırlı sayıda insanlar, keyif alacağınız bir yazı yazamadığım için üzgünüm, konuyu ne kadar değiştirmeye çalışsam da değişimden başka birşey gelmiyor aklıma ve ben yaptığım işten de,söz konusu değişimden de bahsetmek istemiyorum, yeterince yaşadığım düşüncesiyle.
güzel bir geri dönüş olmadı bu belki, hatta belki bu yazıyı silerim.
ama TAKİBANA'da çok güzel olacak herşey. çünkü yeni ve katılıma açık planlarımız var.. Söke, North Carolina, Ankara, Antakya, İzmir, Kuşadası, İstanbul ve tabii ki Londra temsilciliklerimizin de desteğiyle eskisinden daha kaliteli işlerle, bütün Takibana, belki de yeni kollarla, yeni beyinler ve farklı görüşlerle, biz yine buradayız!
- Unutulmayacak Sahneler ----------------(kaso,haseyn)
-Bir Türlü Unutamadığım Sahneler-----(haseyn,kaso)
-Piyasadan Notlar----------------------------(m.zan, haseyn,gaso)
-Gündeme Dair------------------------------- (kaso, CS, m.zan)
-Gündemin Dışında-------------------------(CS,gaso,coshua)
-Takibana Spor Servisi--------------------(gaso, kaso, coshua)
-Notlar --------------------------------------- (CS)

Uzun bir aradan sonra, yine burada, yine ve her zaman VİVA TAKİBANA!!

haseyn...

15 Temmuz 2010 Perşembe

Londra Notları 4: Dünya Tıpası





1.

Aradan geçen bunca zamanda, başlığı dahi belirlenmiş onca konu vardı yazılıp buraya aktarılacak; ama ‘sıcağı sıcağına yenmezse soğuyup gider yemek’ kaygısıyla bu yazıyı öne alıyorum. Biraz futbol, biraz medya, biraz tarih ve çokça insanlık halleri geçecek bu yazıda; ara vermeden yazacağım ben, siz de ara vermeden okuyunuz. O yüzden çişi gelen, susayan varsa, şimdiden görsün hacetini lütfen. Zira “maç başlıyor” ve “futbol asla 90 dakika değildir”…

Sevsek de sevmesek de, ilgilensek de burun kıvırsak da bir şekilde, bir yolunu bulup hayatımıza burnunu sokuyor futbol. Kapıdan kovsak bacadan giriyor adeta. Yoğun takipçilerinin dehşet fanatizminin altında modern-öncesi dünyanın -tabu, mit, iman, her ne derseniz- bütün kör bağımlılık izlerini bulmak mümkün. Kapitalizmin bugün bütün diğer endüstriler gibi futbolu da yoğun bir kazanç sektörüne dönüştürmesiyle yalnızca “oyun” olma niteliğini çoktan kaybettiği de doğrudur.

Ama her iki mevzu da bu yazının haddinin biraz ötesinde kalıyor. Ne futbolun zihinlerdeki psiko-sosyal izdüşümlerini ne de sektörel-iktisadi muhasebesini analize kalkışacağım. İkisi de haddim değil doğrusu; sosyolog, eski matematikçi neo-sosyolog, iktisatçı, bankacı onca takibanist arasında bana laf düşmez. Yazı, daha çok futbolun siyasal alandaki tezahürlerine çimdik atma derdinde olacak. İşin içine biraz tarih, biraz siyaset, biraz da medya katarak şu son turnuvaya bir de o açıdan bakmaya çalışacağız.

Futbol ve siyaset lafları yan yana gelince, tipik sol entelin ve genç-heyecanlı solcu adayının kafasında hemen dergi klişesi Franco formülü belirecektir: “Futbol zaten kapitalizmin oyunudur abi… Hem faşizmin insanları uyuttuğu 3-F’den biridir. Ne demiş Franco(Franco kim canım benim? Ne iş yapar?), halkı uyutmak için 3-F yeter demiş. Yani Futbol, Fiesta(o ne ki?), bi de şey… (aklına F ile başlayan bir şey gelmedi sanırım, Florasan olmasın?)… Şey işte abi, her neyse… Emperyalizmin oyunudur bunlar abi…”

Elbette önce bu bilgiç klişeden uzak duracağız. En azından daha fazlasını söyleyene kadar, bununla yetinmeyeceğiz… Çünkü, önce lafı Portekizli Salazar mı yoksa İspanol Franco mu söyledi; yoksa biri söyledi de diğeri kendine mi uyarladı onu bulmak lazım. Hadi bulamadık diyelim, “Faşo faşodur abi, kimin söylediğinin ne önemi var (bilgi zaten önemsiz, gereksiz bir şeydir… ne gerek var değil mi…); kimin söylediğine değil içeriğine bak…” dedik. O zaman da içeriğini doldurmak lazım. Florasan ucuz yollu bir aydınlatma aracıdır; faşizmin aydınlanmayla işi olmaz. Kalan formüller üzerinde düşünmek lazım… Fado ya da flamenko diyen var(popüler kültür-müzik); fatima diyen var (din), fuhuş diyen var… Yani “f” ile başlayan ne varsa muhtemel tehlike…

Yani mesele düşündüğümüzden derin; öyleyse formül peşinde zaman tüketmeyelim entel kardeşim. Sonuç olarak “futbolun”, içten içe fanatik ama karizmayı da çizdirmeyecek denli “solcu ve entel” camiada illa ki uyutan, faşizme, kapitalizme içkin olumsuz bir çağrışımı vardır. Futbolla ilgilenmemeyi “entel” olmanın bilmem kaç kuralından biri sayanlar da vardır ki onlara kısa yoldan bir “hadi ordan”ı çok görmeyeceğim şimdi. Sonuçta futbol güzel bir oyundur; onu o güzellikten soyutup kendine mal eden sisteme değil de oyunun kendisine yönelen her eleştiri, dışlama, aşağılama da, daha en baştan oynatanı unutup kuklaya çatmak seviyesinde dar, sakat, güdük kalır.

Her neyse, mevzuya dönelim. Daha önceki dönemlerde de(Sümerler, Mısırlılar, Orta Asyalılar, Romalılar…) benzeri oyunlar saptansa da, futbolun bugünkü haline en yakın haliyle 17. yüzyılda İngiltere’de görüldüğü, geliştiği; kurallaşmaya da gene 19. yüzyılda İngiltere’de geçtiği genel kabul görür. Bu nedenle İngiltere futbolun eşiği olarak kabul edilmektedir.

Sanayileşme sürecinde futbolun fabrikalarda işçiler arasında gelişen bir oyun olduğu doğrudur; bu nedenle futbolu “işçi sınıfının oyunu” olarak görmek isteyenler olduğu gibi, daha o dönemde işçilerin iş dışı zamanlarının sistemin kontrolünde kalması ve sınıf bilincinin perdelenmesi için ucuz bira ile futbolun patronlar tarafından özellikle örgütlendiğini öne sürenler de vardır. Siz artık durduğunuz yere göre size uygun olanı seçin.

Buradan, “futbolun beşiğinden” bakınca iki yorumu da kısmen doğrulayacak bir “ara yol” çıkarmak mümkün: Futbolun, bir meşin yuvarlak ve kale kurmaya yarayacak dört taş dışında ciddi bir maliyet gerektirmeyen ucuz bir spor olduğu, bu niteliğiyle “yoksulların” rahatlıkla icra edebildiği ve çoğu spora göre daha kalabalık bir takım oyunu olması nedeniyle “kolektif” ruhu da çağıran bir alt sınıflar oyunu olarak doğduğu ve geliştiği kabul edilebilir. Sol literatüre hoş gelecek bu kavramların yanına, değerli Cangızbay hocanın saptadığı bir noktayı daha ekleyebiliriz: Futbol diğer çoğu spora göre fiziksel farklılıkların en az etki ettiği, bu yönüyle de “eşitleyici” bir nitelik de taşır; 2 metreyi aşkın Koller ile 1.65’lik Maradona; siyah Thuram’la melez Zidane “beyaz” bir takımda yan yana oynayabilirler.

Ama bir de karşı tribün var değil mi? Yoksulların, işçilerin fabrikalarda, mahalle aralarında, boş çayırlarda oynadığı futbol ile zaman içerisinde türlü anlamlar ve yönler kazanan futbol arasında stadyumlar boyu fark olduğu aşikar. Bu cepheye, futbolun sömürge ülkelerde sömürgeciler eliyle tanıtılıp yayıldığı; fabrikalarda işçileri oyalama aracı olarak kullanıldığı, sistemin (faşist ya da değil, türlü rejimler eliyle) futbolu bir tür “afyon” olarak kullandığı; önce fabrikalar, sonra mahalleler, ardından kulüpler ve nihayet ülkeler arasında rekabet, eşitsizlik ve düşmanlık yaratan bir nitelik kazandığı; kendi içinde dev bir sektöre dönüştüğü gibi mafya-kumar-siyaset gibi alanlardaki çirkinliklere de teşne olduğu; ırkçılığa malzeme sunduğu, fanatizmi ve şiddeti körüklediği; ‘barış-eşitlik” şiarı altında pek çok eşitsizliği ve sömürüyü perdelediği gibi pek çok söylemin de “günümüz” futbolunu tasvir ettiği doğrudur.


2.

Bunların hemen hepsi pek çok kez konuşuldu, yazılıp çizildi… Ben bu arkaplan çerçevesinde şu son dünya kupasına dair aldığım birkaç notu paylaşmakla yetineceğim.

Londra’ya döndüğüm gün dünya kupası henüz başlamıştı. Otobüsle eve giderken bütün kiliselerin, evlerin pek çoğunun, arabaların, dükkanların üzerinde beyaz fon üzerinde kırmızı haç işaretli “İngiliz” bayrakları asılı olduğunu gördüm; Birleşik Krallık değil, İngiliz bayrakları… Tipik “milli gün”cü refleksle, herhalde bugün milli bayramları falan dedim. Hani bizde de milli bayramlarda her taraf bayraklarla donanır ya… Üzerinde çok da durmadım açıkçası. Ama birkaç gün sonra fark ettim ki, bayrak çılgınlığı dünya kupasına dair… Demek “milliyetçilik” henüz ölmemiş; milli devletin sınırlarını en çok aşındıran buralarda bile…

Her neyse. Malum, İngiltere büyük umutlarla gidip eli boş döndü turnuvadan. Hele son maçta Almanya’dan fark yemesi, sinirleri iyice gerdi; suçun büyük kısmı İtalyan teknik direktöre kesildi… Günlerce bunlar yazılıp çizildi.

Ama bu yazıyı kafamda oluşturan, İngiliz futbolcuların döndüğü günün ertesi bütün gazetelerde boy gösteren bir haberdi. Habere göre, İngiliz futbol takımı ülkeden ayrılmadan önce otel çalışanları tarafından “spor malzemeleri” çalınmıştı. Bilmem kaç bin pound değerinde olan bu malzemeler arasında futbolcuların “iç çamaşırları” dahi vardı. Organizasyon ve düzenleyici ülke adına ne büyük bir utançtı…

Muhtemelen ortalama İngiliz’in kafasında kupadan elenmekten çok bu olay infial yaratmıştır; “ilkel ve yoksul Afrikalılar”ın sevgili İngiliz futbolcusunun donunu çalması karşısında ne diyeceklerini şaşırmış, açıkçası bunu onlara çok da görmemişlerdir. Suç, böyle önemli bir organizasyonu bir Afrika ülkesine veren FIFA’nındır; Afrikalılar vuvuzela ile kulak şişirmekten başka ne bilirler ki dünya kupasını yönetsinler?... Böylece FIFA, İtalyan teknik adam ve “hırsız Afrikalılar” arasından İngiliz futbolcular canlarını kurtardıklarına dua eder halde masum ve sevimli ülkeciklerine geri dönmüşlerdir.

Şu son paragrafta geçen birkaç kelime, aslında bu yazının tümünün ruhunu oluşturabilir: Güney Afrika(Bu metinde Güney Afrika Cumhuriyeti yerine kullanılmaktadır), İngiliz, FIFA, futbol, hırsız, masum…

İşe şu sorudan başlayarak girişebiliriz: Neden bu dünya kupası Güney Afrika’ya verildi? Soruya cevap aramayacağım, yalnızca soruyorum. Ancak, muhtemel cevaplar düşünülmeden önce, şöyle kısaca Güney Afrika tarihine bir bakmakta yarar var. Yok, ben burada anlatmayacağım elbette, o kadar hazırcı olmayalım, ben nasıl bulup okuduysam meraklısı da her yerde bulur… Ama şu kadarcığını söylemekte sakınca yok: Güney Afrika’nın, aslında bütün Afrika’nın ve dünyanın sömürülen bütün ülkelerinin kaderi benzer özellikler taşıyor. Kendi halinde, kendi kültürüyle iyi kötü geçinip giderken sömürgeci ülkenin “şefkatli” ve “adam edici” eli uzanıyor buralara. Önceleri ticaret yolları keşfinde, yol uğrağı olarak… Sonra bakılıyor ki, burada bir handan fazlası var… Altın, elmas, daha nice madenler… Sömürgeci daha bir “dost” kesiliyor haliyle, gelip buraya yerleşmeye, buraları daha bir yakından “adam etmeye” karar veriyor. Ondan sonrası artık aklın alabildiğine kıyım, isyan, iç savaş, soykırım, ezme, soyma, sömürme… Güney Afrika özelinde, bu bölgenin keşfinden 20. yüzyıla kadar ülke Hollandalı “Boer”ler ile İngiliz denetimindeki kabileler arasında savaşlara sahne olmuş. İngilizler bir tarihten sonra kontrolü tamamen ele geçirmişler. Ülke “bağımsızlığını” kazanalı epey olmuş ama nasıl bir bağımsızlıksa artık… Yerli halkın, yani siyahilerin daha çok yakın zamana kadar seçme-seçilme hakkı olmadığı, ülkenin yüzde 10’unu bile bulmayan beyaz azınlığın bütün yetkileri elinde tuttuğu, siyahları toplum yaşamından silen ırkçı yasaların daha 10 yıl öncesine kadar yürürlükte olduğu ve bugün de yürürlükte olmasa bile fiilen uygulandığı bir ülke G. Afrika. Yani, kendi toprağında yabancı olmuşların, kendi evinde misafirlerin -bile değil, kölelerin-, ikinci sınıf olanların yaşadığı, sözde “gelişmiş” ama özde işsizlik, yoksulluk, yoksunluk, ırkçılık ve sömürgecilik elinde halen inim inim inleyen bir G. Afrika.

En ufak bir organizasyonda bile terör, güvenlik, ekonomik yeterlik vs. gibi binbir ölçüt öne süren FIFA’nın bir dünya kupası işini bu ülkeye vermesi, ister istemez başka nedenleri getiriyor akla. Irkçı uygulamaları kağıt üstünde de olsa kaldırıp egemen ülkelerin “gönlünü alan”, sistemle bütünleşme yönünde uyumlu çabasını artıran dönemin iktidarına bir “rüşvet” veya “şeker” verme olarak bakılabilir buna. Daha geniş çerçevede, sistemle uyumlu olmayan diğer Afrika veya dünya ülkelerine “bak, G. Afrika olursanız sizin de şekerleriniz olur” şeklinde bir göz kırpma denilebilir. Daha daha büyük bir çerçevede, futbolun, onun nezdinde de dünya sömürge sisteminin aslında ne kadar sevecen, ne kadar barışçıl, ne kadar eşitlikçi, ne kadar bol gönüllü olduğunun da göstergesi sayılabilir bu “lütuf”.

Adına ne denirse densin, ortada sıradan bir durum olmadığı açıktır ve düşünen her aklın bir şekilde bu durumdan bir “bit yeniği” çıkarmaması işten değildir. Dünyanın kulağına ve gözüne, arka plandaki her türlü sömürüyü, eşitsizliği, yoksulluğu, savaşları, sistemin bütün kirini örtbas edecek bir “tıpa” daha tıkılmıştır ve bir süreliğine bunun adına da “kupa” denmiştir.

Gelin görün ki, sistem ne kadar “tıpa” tıkamaya yeltense de, canım Afrikalı kardeşlerim bir güzel vuvuzela sesine boğdular ortalığı. Yüzlerce yıldır kendilerini ezim ezim ezen insanlığa, hiçbir şekilde çığlıklarını, açlıklarını, çıplaklıklarını, yokluklarını duymayan sağır dünyaya “eşşek gibi” dinlettiler o sesi. Hem de onca tehdide, yasaklamaya, baskıya rağmen… Sevgili “sarı-beyaz” dünyanın kulak zarları incinecek diye, zurnalarını öttürmeden geri durmadılar… Ne güzel ettiler, ne güzel!...


3.

Gelgelelim, daha manidar manzaralara da tanık olduk bu süreçte. Ülkeyi yüzlerce yıl inim inim inleten İngilizler, Hollandalılar ve Fransızlar keyifle top koşturdu Afrika çayırlarında. Turistler vuvuzela keyfi sürdü. Brezilya, dilini, dinini, kültürünü, tarihini kendisinden çalan Portekizle oynadı; Şili İspanya ile…

Futbolun sarıp sarmalayan heyecanı içinde, teneke evlerde üst üste yaşayan, yanı başında dönen dünya sirkine kapı arasından bile bakacak maddi gücü olmayan, haliyle turnuvanın çok da ilgilendirmediği, nüfusunun yüzde doksanı aç-yoksul, milyonlarcası AIDS’ten ve başka hastalıklardan muzdarip, milyonlarcası günde 1-2 dolara karnını doyuran, daha daha milyonlarcası işsiz, bir avuç beyaz azınlık dışında kalan büyük çoğunluğu kendi toprağında, kendi ülkesinde yabancı ve ikinci sınıf G. Afrika’yı pek gösteren olmadı tabii. FIFA’nın “yoksulluk manzaralarını uzaklaştırın” isteği doğrultusunda binlerce insanın yerinden sürüldüğünü, halkın polisle çatıştığını… Milyarlarca dolar paranın döndüğü oyunda FIFA ve devlet erkanının gariban işçi ücretlerine göz diktiğini, işçilerin çoğunun ya parasını alamadığını ya eksik alabildiğini; günlerce buna karşı ayaklanmalar, grevler olduğunu… Bunları çok fazla okuyup izleyemedik. Medya vuvuzela ve meşin top peşindeydi. Bizim de görmeye pek imkanımız olmadı; ya da işte, vakit kalmadı, bağlantı yavaştı, elektrik kesildi falan filan…

Şu “hırsızlık” vakası gazete manşetlerini kaplamasa belki ben de bu kadar düşünmeyecektim üzerinde. Afrikalı “ilkel yamyam”lar İngiliz futbolcuların donunu çalmış. Bunlar kaç bin pound değerindeymiş… Bak şunların yaptığına!

İçimden şimşek gibi sorular geçti; sonra çıkıp bağırmak istedim sokaklara… Heyhat, kim anlayacaktı ki? Olsun, gene de haykırmak istedim suratlarına:

Ey kemirgen! Sen onların, bütün bir ülkenin altınını, elmasını, bakırını, sulu meyvelerini, toprağını, suyunu çaldın! Tomurcuk memeli çocuklarının ırzına geçtin; çelimsiz babaları köle, çaresiz kadınları hizmetçi yaptın. Bırak bir ülkeyi, koca bir kıtanın; kıtaların, bütün bir dünyanın anasını belledin! Dilini, inancını, kültürünü, tarihini, geleceğini çaldın!...Kıçında don bırakmamasıya sömürdüklerinin karşına geçip bir de keyifle futbol oynadın. Onlar senin bir donunu çalmışlar çok mu? Donunu kıçından sıyırıp, arkana da bir vuvuzela takıp, seni bağıra çağıra okyanusa dökmediklerine şükret…
Bak o zaman bir parça olsun ferahlardı içim.


4.

Ve futbol işte, yalnızca futbol değildi… Düdük çaldı; maç bitmedi…





/ cs, on dört temmuz ikibin on




...

Londra Notları 3: Bir Ses…




...

Ne uzun bir sessizlik olmuş. Sessizlik derinleştikçe içinde gürültüye doğru çoğalan bir alan saklı durur hep; sessizliğin kendi diyalektiği. Çünkü asıl büyük sessizlikte, ortalama sesli ortamda güç bela duyulacak sesler dahi bir gürültü teşkil eder. Pat diye yere düşen bir kalem, pencerenin önünden geçen bir kuşun kanat çırpışı, eski parkelerin bastıkça gıcırdayışı… Hepsi odayı, odadaki yalnızlığı doldurur.

Sonra dalıp gider insan. Yolların, şehir merkezinin, çarşıların, barların, fabrika düdüklerinin, tren garlarının, okul çocuklarının, seyyar sebzecinin, mahalle düğünlerinin, camdan bağıran teyzelerin, çekiç ve matkap seslerinin, alanların, sloganların, öğrenci evlerinin, fakülte koridorlarının, demir atölyelerinin o bitip tükenmez uğultusu sızar pencereden. Uzakta, belli belirsiz bir müziğin notalarına dönüşür; hasret ve anlayışla harmanlanmış bir eski zaman sorgusuna…

İnsanın o en ilkel çabası, yaşadığını anlama ve anlamlandırma derdi… Alıp çağlar öncesine götürür benliği. Sanki toprak henüz işlenmemiş, dinler ortaya çıkmamış, Yunan hiç olmamış, ortaçağ kararmamış, sanayi hak getire, sömürgeler yok, dünya savaşları olmamış… Üzerimizde bir ot ya da yaprak parçasıyla uçsuz bucaksız doğada ufku izliyoruz; zaman ve mekandan muaf, yalnızca o arayışın sancısıyla geçiyor hayat.

Felsefenin, bilimlerin, tarihin, dinin, emeğin, çalışmanın, paranın, rutinin, toplumun; binlerce yıldır insanlığa kan kusturan ne varsa onun çok uzağında, bir başına kalmışlık… Sessizliğin, en ufak bir çıtırtıya bile “yaşam belirtisi” diye sarılan kulağın kıvrımıdır yalnızlığın sandığı. Sandığımızdan daha büyük, anlatabildiğimizden daha derin, anlayabildiğimizden daha uzakta…

Yalnızlığın bütün tarifleri, asıl yalnızlık karşısında anlamsız bir sözler kalabalığından başka bir şey değildir aslında. Ve hiçbir uğultu, uzun, sağır bir sessizliğin hükmünden daha çok yıpratmaz aklı.

Hal budur…



/ cs, on dört temmuz ikibin on
fotoğraf: "çocuk"


...
...

14 Temmuz 2010 Çarşamba

HERKESİN BAHANESİ YA DA DÜNYA KUPASI SEN BİZİM HERŞEYİMİZSİN...


Pek değerli Takibanalar...

Neredeyse uç aydır, hatta benim dönem ödevimi saymazsak 4 aydır bloğa en ufak bir katkının yapılmayışı aklın ve izanın her seviyesinde, davaya(şayet bir davamız varsa...var mı lan?) ihanettir!

Ki bu süreçte takibana yönetici kadrosu tam kadro(Mehmet hariç!) gayet köklü değişimler yaşamıştır. Bu değişiklikleri bu arkadaşların her birisi(evet, ben dahil!) bahane edecektir suskunluğuna. Bu bahane olabiliritesinin, bu kaypak sahipliğin verdiği aynı şekilde kaypak rahatlık birimize bir gün batacaktı elbette ve o gün geldi; bu bana battı dostlar!!!

Nasıl olur da bir türlü kendimize gelemeyip ayları heba ettik? Nasıl oldu da postmodern yastıklarımızdan yalancı ağlama duvarları ördük kendimize; nasıl oldu da unuttuk bizi biz yapan tutkuyu?!


Şiire şimdilik ara veriyoruz...

Değerli Gaso dostumuz, Türkiye'nin 'güzide' bankalarından birinde fiyakalı(bence!) bir işe girmiş, işinin gereği olarak da yurdun neredeyse 30 ilini 4-5 ayda dolaşmış; yolların ve sermayenin hükmünde de olsa emekçi bir hayat sürmeye başlamış ve bir takibana olmasından mütevellit henüz 5. ayında Türkiye'de yılın elemanı seçilmiş, bunun sonucu olarak da bankanın Gaso adını gökteki bir yıldıza vermesiyle ödüllendirilmiş(fena halde gururluyuz! ve fakat bankanın bu absürd ödül anlayışını hala yemiş değiliz!), şu anda da Kars'ta, işini icra etmektedirç Sevgilerimizi sunuyoruz...Lakin! Gittiği her otelin her odasında kablosuz internet erişim imkanı bulunduğu gün gibi ortadadır! Ve, Uğur Meleke'yi sağ cebine, Feyyaz Uçar'ı sol cebine, resmi yorumcu Ömer Abi'yi ise arka cebine koyacak denli bir dünya kupaları tarihi uzmanı olan; sadece Tanıl Bora'yı rakip edebileceğimiz Gaso dostumuz; 65 maçlık serisiyle son 25 yılın en güzeli olduğu kanımca şüphe götürmez Güney Afrıka 2010 üzerine hiçbir yorum yapmamıştır; kamuoyu bu duruma elbette ki kızgındır!
Gaso'yu göreve çağırıyoruz behemhal!

Haso kardeşimiz... 4 Ay öncesine kadarın yiğit eleştirmeni; engizisyondan ılham almıs yargı dinamizmi ve Hitler'in propaganda baskanı Goebbels'in 'hersey mubahtır, yeter kı halk inansın' mottosunu ilke edinerek, saydırmadık takibana bırakmamış, sayısız darbe girisiminin sırılsıklam imzalı sahibi Haso kardeşimiz...Evet, her nasılsa O da...evet, yurdumuzun nadide bankalarından birinde çalışmaya başlamıştır; Antalya'da 5 yıldılı otelde, Izmir'de 5 yıldızlı motelde akıldışı insan ilişkileri eğitimleri(!) aldıktan sonra, bu kardeşimiz de Amerika'dan(benim tarafımdan) edindiği ultra kaliteli beyaz gömleği, abisinin(benim efendim) düğününden kalma takımı ve kravatıyla(Haso'nun giydireniyim adeta.), birkaç gün öncesinde kendisini hasta eden klimanın o kokusu çıkmıö derecede kapitalistik mekanında çalışmaya başlamış, ilk maaşı ile Amerika'dan(Evet evet, doğru tahmın, bendenız efendım!) sipariş ettiği uçaktan bozma Dell Studıo 17*4GB ram, 500 GB harddisk, 2.26 Ghz core duo...dizüstü bilgisayarını edinmiş ve sınırsız kablosuz internet erişimine rağmen en ufak bir güncelleme...yapmamıştır! Göreve çağırıyoruz efendim; derhal!

Taso bacınız(sizin!), master bitirme projesi ile gözlerimin önünde hergün biraz daha kafa karıştırıcı şekilde cereyan eden(bana öyle yansıyan) mide problemleri çekmektedir, projesi için her gün sabah 5-7 arası bir saate kadar matematiksel denklemler ve programlar ile mücadele etmektedir; O'na şimdilik dokunmuyoruz, torpilli!

CS hocamız...Londraidan yurda dönüşte adını şimdi hatırlayamadığım ve sırf buraya yazmak için google dan aratmak istemediğim, hadi sallayayım: Efololojokul(?!) adlı yanardağ felaketinin uçuş iptaline takılmış, bizi tedirgin etmiştir. Londra,ya geri dönmüştür, fakat bendeniz kendisine yaklaşık bir aydır hiçbir kanalla ulaşamamışımdır, nedenini anlayamamaktayımdır, bu durumdan rahatsızımdır. CSiyi geri istemekteyizdir...

Coshua kardeşimiz trompet çalışmaları ile aylarca uğraşmış ve sonra beyaz bahriyeli üniformasıyla trompet çalmıştır. Tabii ki bu, bahaneler arasında kuşkusuz en tırt olanıdır, yorumu okuyucuya bırakıp Coshua'yı göreve davet etmekteyizdir...

Nokta kardeşimize gelince...Nokta kardeşimizin CS gibş ortadan kaybolmamasına rağmen tarafımızca bilinen en ufak bir bahanesi yoktur dostlar! Nokta kardeşimiz, "KALEM" dergisinin 'Yalnızlık' sayısının matbaa sürecinde kameralarımıza yakalandığı atletli ve gözlüklü, göbeğini kaşıyan fotoğrafıyla bu sitede afişe edilmemek istiyorsa bir hafta içinde bir yazı girmek durumundadır! Fotoğraf bendedir!


Ve ben...Dostlar, burada gerçek bir bahanesi olan bir tek ben varım(tahmın edebileceğiniz üzere)...Uzun hikayedir; doğru dürüst bir çaba gösterip, üniversitenin Sosyoloji bölümünden master kabulu ve asıstanlık almısızdır; 4 ayda 4.00 ortalama ile sosyoloji lisanslı 9 kişinin arasında birinci olmuşuzduri 13 tane essay yazmışızdır, bir tane tamamen arapça senaryo yazıp Haso'ya yollamışızdır(çekilmiş, kurgu aşamasına girmiştir), bir başka kısa film senaryosunu burada, bu Amerikan kasabasında çekmek üzere yazmış, önümüzdeki cumartesiyi beklemekteyizdir. Üç yeni öykü yazmışızdır. E tabii ki dünya kupasıinın en azından 40 maçını izlemişizdir. Daha ne yapalımdır? En azından Takibanist diriliş çağrısını yapmamdan ötürü, masumumdur...


Hepinizi "Viva Takibana, Vamos Takibana!!!" diyerek selamlar, gözlerinizden öperim...



Kaso

Clemson, SC, USA

30 Nisan 2010 Cuma

-IDENTITY THEORY TO EXAMINE ‘MICHAEL CORLEONE’ CHARACTER IN 'THE GODFATHER I&II'


Identity Theory (which derives from the symbol interaction perspective) emphasizes the enduring nature of one’s thoughts about who she/he is. (Rohall, 2006)

Identity refers to our internalized, stable sense of who we are, including role identities, social categories and personal characteristics. (Burke, 2003)

According to Identity Theory; Society (which means the number and the depth of the relationships) affects the identity (or self) which affects the behavior.

By society, identity theory refers to patterns of commitments (which includes the number of significant others tied to a given identity and the intensity of those binds.) to other people. Commitment shapes the salience of an identity which in turn shapes how we will behave.

When a person acts, there will be a react from his/her commitments; reacts like reflected appraisals, social comparisons, self attributions, etc. After those reactions, that person will have an identity interruption (which is emotionally distressing) that commonly causes to change the behavior (change meaning, exit identity) and to have a self verification.

I will try to demonstrate Identity Theory in The Godfather movie on the main character Michael Corleone…

THE GODFATHER MOVIE

The godfather Don Vito Corleone (Marlon Brando), whose parents and brother was killed in Sicily, Italy builds a great power in New York, as the head of Italian-American mafia. After a friction about drug business in which Don Vito Corleone does not want to be involved; Don Vito is attempted to be killed but he is survived. His youngest son Michael (Al Pacino) -who is a war hero, honorable citizen, and educated smart young man-, gets revenge of his father and right after the old brother, Sonny was killed by the same men. Michael begins to reconstruct everything in his gang; as first job, he kills every other big families’ leaders in a single day and he has his new big reputation: Don Michael Corleone…

Despite his promises to his second wife Kay (Diane Keaton), he does not (or cannot) stop the morally wrong way of his family. Contrarily he gets everything more comprehensive, more dangerous, more bloody. Meanwhile his character keeps up with that change; he becomes a merciless, powerful mafia leader…

ILLUSTRATION

Element 1:

According to Identity Theory, identity refers to our internalized, stable sense of who we are, including role identities, social categories and personal characteristics (Burke 2003). Role Identities are the internalized expectations associated with different positions.

Here in The Godfather movie, Michael Corleone’s role identity is a honorable citizen, brave World War II veteran. His father expects to see him as senator or the president of the U.S. In his family and also in the rest of the society he has involved; Michael Corleone is one of the best role models.

Michael’s social categories are Italian-American and Catholic man.

Michael’s personal characteristics are kind, generous, cold-bloody, idealist and honest.

Element 2:

Michael Corleone’s transformation of getting revenge instead of maintaining his quiet idealist life is an interruption to his role as a son. He would receive the signals from the other members of his family. He chose to be the new godfather of Corleone family because he felt like he saved the existence of the family by getting this bloody revenge.

Element 3:

Commitment is the representation of society in our minds; it reflects the degree to which we experience “commitment” to a given status (or role). It is measured by the number of people who expect you to act in that role and the degree to which you are emotionally close to those people. According to Identity Theory, the more committed you are to an identity the more you are willing to change your behavior to fit the role that other people see for you.

The commitment for Michael Corleone is very intensive and comprehensive. Since his father has created it and saving the family is the most important task in his heritage, Michael did not have any chance to refuse the way of mafia. Even though his identity was like we mentioned above and he promised to his wife that he would make the Corleone family completely legitimate in 5 years, he becomes completely mafia in three years who wants everything to be controlled under him. The society around him affected his identity to act different. His self-verification gets more violent, harder day by day. He does not hesitate to kill his sister’s husband right after being the godfather of his nephew. Even he would not hesitate to have his brother Fredo killed after Fredo’s betrayal. With a self-verification that he maintains the honor of his family…

CONCLUSION

The Godfather movies (I and II) are ranked in first five movies in every list of the best movies in cinema history. According to IMDB list; The Godfather II is ranked as 2nd and The Godfather I is ranked as 3rd best movie ever. Of course, direction, screenplay, acts, camera revolutions we saw in those movies are very important but one of the reasons is the heavy luggage of the movies that includes philosophical, sociological and psychological highlights. Not only Michael Corleone, but also all leading roles in the movie deserve examinations and actually there are already a lot of studies on them.

Of course, the depiction of relationships in the movie sometimes differs from academic discussions of Identity theory, because the movie is made to impress people and take them in to movie theaters;

at last cinema is an industry to make money. Even though reflections and similarities that we discussed here take place in this movie.

Does a movie suppose to be purely realistic? In an artistic point of view, I think, it was very hard. Only reflecting the real world does not work in fictional cinema. There are documentaries to do that but if the purpose is to create a story literarily, you need to ornament it. To make people impressed by fiction is a hard job, it is the definition of literature. As Mark Twain said:

It is no wonder that truth is stranger than fiction, but it is because fiction is obliged to stick to possibilities; truth isn't. Fiction has to make sense…”

28 Mart 2010 Pazar

bir süreliğine elveda, beni mazur görünüz..

Uzun bire süredir bir sessizlik hakim siteye, farkındayım..
Ancak hayatımızdaki bazı önemli gelişmeler bu sessizliği kaçınılmaz kıldı. Zaten uzun zamandır tek başıma sırtlanmak zorunda kaldığım naçizane sitemizin yöneticiliğini, bir süreliğine -yani en azından yeni yaşam yerime , işime ve hayatıma uyum sağlayana kadar- bir başkasına devretmek istesem de eminim bunu yapacak kimse çıkmayacaktır..Ya da "elbette ben yaparım" deyip iki gün sonra bırakacaktır.. Bu yüzden yazaarları yeni yazılar eklemedikçe ya da gaso imana gelip bir sorumluluk örneği göstermedikçe, sitemizde yenilikler göremeyeceğinizi üzüntüyle bildirir, kişisel problemlerim nedeniyle bu kopukluğun yaşanmasından ötürü tüm içtenliğimle özür dilerim sevgili takibana okurları..
Ancak bu sürecin sonunda -yeni yaşam yerim Söke'ye söke söke gidip yerleştikten, yeni bilgisayarım geldikten ve sınırsız internet imkanım tekrar sağlandıktan sonra- bu ayrılığın acısını çıkarırcasına yeniliklerle tekrar buluşacağımıza emin olun.. Devrik lider gaso ve dürtüklemeden yazmamayı adet edinmiş takibana yazarlarına inat; daimi bir birliktelik, farklı türden yazılar ve sürekli güncellemelerle karşınızda olacağım..

Tabii bu arada sizler de siteyi ihmal etmeyiniz.. hali hazırda sitede mevcut eski yazılarımızı okuyunuz, okutunuz..

Tekrar görüşünceye dek, Takibana ruhuyla, tüm Takibanalara, bir süreliğine elveda... beni mzur görünüz...

haseyn..

24 Mart 2010 Çarşamba

Burjuva İktisadının Gelişimi Üzerine...


Tarihi gelişim süreci çerçevesinde, burjuva iktisadında hiçbir gelişmenin kaydedilmemiş olduğu göze çarpar. Başarı gösterdiği tek nokta, sürekli olarak dış görünüşünde ortaya çıkmakta ve üstelik gerçekleştirildiği zannedilen dış görünüşü, makyajı akıncaya kadar, biteviye parlatılmaya devam edilmektedir. Söz konusu parlatma girişimlerinde kullandığı makyaj malzemeleri arasında kimi ön eklerin kullanılmasını da hiç ihmal etmemektedir. Bunlar arasında kullanmadığı ne neo'su(neoklasik), ne yeni diye başlayanı(yeni keynesyen), ne post diye ortaya konanı(post yapısalcı) vs. kalmıştır. Her defasında kendini yeniden üretmesine rağmen bu süreç bir yenilenme süreci olmaktan ziyade eskinin devamını sağlamaya yönelik olarak gerçekleştirilen hamlelerden başkaca bir boyuta erişememekte ve bu nedenle de, hem yaptığı makyaj uzun soluklu olamamakta ve hem de her defasında yeni bir makyaj yapmak için harcadığı süre giderek uzamaktadır. Bunun ötesinde sözüm ona birbirinin aksiymiş ve sanki bir öncekinin öncüllerini lağvediyormuş gibi lanse edilen her bir çehre değişikliği, bir öncekine göre içinden daha da çıkılması zor koşulları beraberinde getirmekte ve yapmış olduğu makyajın silinmesi, hiç değilse kendi çıkarları açısından daha da zorlaşmakta, makyaj giderek daha da kalınlaşmaktadır. Kısaca, burjuva iktisadının Adam Smith ve David Ricardo'dan başlayarak günümüze kadar uzanan yaklaşık olarak 250 yıllık tarihi geçmişi çerçevesinde özüne ilişkin hiçbir değişiklik sözkonusu değildir.

Burjuva iktisadın bugün geldiğimiz noktada adı ne olursa olsun gelişen akım çerçevesinde somut olarak ortaya çıkan durum, sürmekte olan gelişmelerin dünyanın dört bir yanında milyarlarca insanı yaşamın her alanında -iktisadi, siyasi, kültürel, çevresel vb.- etkileyerek, gün geçtikçe biraz daha bataklığın içine çekmekte olduğudur...

11 Mart 2010 Perşembe

Tinios...



Ayak seslerini duyabiliyordum… tanıdım… fakat, her zamanki oyununu yapıyordu; aklınca parmak uçlarında yürüyerek, kendisinden 7 kg 375 gr daha hafif olan hüseyin’in yürüyüşünü taklit ile beni kandıracağını sanıyordu… hüseyin’in, camının 5te 1i kırık penceremin karşısında görünen incir ağacının dördüncü katına nazır dalında mütemadiyen oturduğunu ve hayatının buraya kadarki kısmını ve hatta sonrasını orada geçireceğini unutmuş olabileceğimi düşünmesi shaturanga da 3 piyon kayıpla sonuçlanacak aciz bir hamleydi…
Oyun kısa sürdü. Terliğimin üzerine hücremin kapı dibinden yansıyan ışık huzmeleri, saniyede 12 santimetre kare alanı karanlıkta bırakacak şekilde kayboldular… kayboldular… kayboldu… kayboldum…
Penceremin, güvercinlerin pislikleriyle onurlandırmadığı yarı saydam bir şükufesinden 1,5 lüx şiddetinde yansıyan parıltının boynumdan akan soğuk ter tanelerim olduğunu fark ettim…
İncir ağacını emziren Hüseyin değil, Kemal’di… oyun değildi bu ve henüz kimse bir şey kaybetmemişti… ulan hani ömrünün geri kalanını şe……
Hüseyin, ‘sana da sıra gelecek, sağacaksın!’ diye ünledi, ardımdan, ancak ses gözetleme ızgarasına değil, ayak parmaklarıma paralel aksediyordu… nasıl oluyor ve Newton ipne midir, diye sorarak, ızgarayı araladım… benim ayaklarım ?!
?! işaretine bakılırsa, belirsiz bir hamleydi… numarası eksik ayakkabılarım, üç sağımlık incir sütüne mal olmuştu, fakat neden benim değil de onun ayaklarındaydı… üstelik incir ağacına turuncu ayakkabılarla çıkılmaz… bu ancak Gökmen’in inancını yasladığı Tinios Ritüelleri’nde mümkün olabilirdi… ah o ritüeller… ama şimdi sırası değil… kesinlikle değil…
Kemal, incir ağacının cenup dallarını talan ederek, ihtiyarın şimale dik uzanmasını umuyordu… daha çok sağmalı, daha çok… 65 derecelik eğimi yakalamadan önce bu oyun bitmeli… yoksa sonumuz gelecek, kapılar kapacak, Kemal incir sütüne karışacak, ben shaturanga’ da bir piyon, hüseyin’in kapı altından sızarak korkumu gıdıklayan rakibim gölgesi ise bir at olacak… bir daha ki tinios’a kadar ne içileceğiz, ne kazanacağız ne de kaybedeceğiz… iyi olanın bu olduğunu söylesem tinios’u sorarsınız bana korkuyla… bir sonraki tinios’a kadar yaşayacağız, sütte ve shaturanga’da… sonra mı? Orontes açılışının Defne varyantında feda edilerek ben, hüseyin’e yem edileceğim ancak oyunu kazanan o olmayacak, neither ben… kazananlar da kaybedenler de içecekler o sütten…
Sonun bir başlangıç olduğuna hiçbirimiz asla inanmadık; gölge, sahibi, ben, kemal, gökmen, tin, tini, tinios, piyon yahut at… asla inanmadık… zira aksini de ispatlayamadık, ki zira bir araya gelince öznelerimiz, asla sevişmeyeceğimiz hatunların rahatsız olacağı bir koku ile sallanırız… nedense o hatunlar da asla 4.nefesten sonra gelen güzel rayihasının varlığını keşfedemeyecek zevkimizin…
‘g4’… ilk hamleden yenileceğimi, beyaz gözlü rakibimin bakışından sezdim… ilginç, sakin ve güzel değil mi? ‘g4’… bu tanım, “korkunç”un tanımı…
‘beraberlik!’ diyebildim, artakalanımla… turuncu ayakkabılı gölgeye beraberlik teklifimi tasdik ettirmek için hangi elimi uzatmam gerektiğini düşündüm… ‘hangisini isterse o’ dedim… sağ geldi, sağ gittim… tinios’a uygun olarak sol alt diyagonelden sağ üste ilerleyecek ve küçük merkezin ortasında eşitliği kutlayacaktık… kutlayacaktık… kutlayacak… kutla… kut…
İşaret parmağım fark edemediğim bir parmağının siluetine mikroskobik temasa yeltenirken zaman durdu… hani neden pencereye bir incir tanesi fırlatarak hızımızı saniyede birkaç santimetre daha arttırmamızı salık vermedin be Kemal, be Süt, incir sütü… içmesinler mi seni şimdi…
Tamamı renksiz shaturanga zemini 5. Boyuta katlandı… katlandı… kat… kat… kat…
Son işittiğimiz, bir sarhoşun, Orontes’in Defne fedasına asla düşmeyeceğine ettiği yemini “unuttum” diye aşağılamasına, elinde Süt ile Gökmen’in verdiği yanıttı : “ŞEYH MET.”


aytaç arpacı 8.3.2010

9 Mart 2010 Salı

'Başka Semtin Çocukları' üzerine...

Başka Semtin Çocukları anlatmak istediğini anlatamayan, düğümlerin yanlış yerlerde atıldığı, 'ucuz' bir film. Film süresince yanlış zamanlarda atılan düğümler filmin yanlış algılanmasına yol açıyor ve filmi temadan uzaklaştırıyor. Oyunculukların çoğunun kötü olması, text'ii zorla okurmuş gibi okumaları gerçeklikten uzak sahneler izlememize sebep oluyor ve bu yüzden filmin -olması gereken- bağlayıcı özellikleri ortadan kalkıyor. Sekanslar arası geçişlerde yapılan hatalar (montaj hataları da olsa) izleyicinin filmden kopmasına yol açıyor(başrol erkek oyuncunun yere bakarken, diğer sekansa geçişte göyüzüne bakması gibi). Irk, mezhep ayrımcılığına bolca gönderme yapan film, tüm film borunca tek bir oyuncuyu bile farklı bir şivede konuşturma gereği duymayıp, gerçeklikten ve inandırıcılıktan uzaklaşıyor. Yani aslında filmin ne anlatmak istediğini zor da olsa anlıyoruz ama bunu, ibretle izlenmesi (ya da verilmesi) gereken sahneleri kafamızda canlandırarak ve yorumlayarak ancak yapabiliyoruz. Evet izleyicinin de bir çaba sarfetmesi gerekir elbet. Ama bu kadarı da bir kitabı okumaktan farklı olmuyor ve filmden beklediğimiz haz çileye dönüşüyor.


Filmin sonuna yakın 'dövüş' sahnesi fazlasıyla kolpa, gerçek dışı ve -olması istenenin aksine- hiçbir nefret,etkileyicilik ya da hayranlık oluşturmuyor. Çarpıcı olması istenen final ise, birçok düğümü çözülmeden bırakıp filmin temadan uzaklaşmasına yol açıyor. Yani aslında gereksiz, sadece "çarpıcı olması istenen" bir final... Özellikle hiç gereği yokken, gereğinden fazla üstüne giidilen 'kerim' ve 'canan' karakterleri finalde de askıda kalıyor, neden bu kadar üzerine gidildiğine anlam veremiyoruz. Filmle ilgili tek olumlu yan ise keskin geçişlerin ve flashback'lerin etkili olması. Başrol erkek oyuncunun savaş sahnelerine dönüşü, yağmur sahnesi (postal sahnesi yetersiz olsa da) biraz da olsa heyecanlandırıyor bizi.. Sonuç olarak Başka Semtin Çocukları başarısız bir film, dertli ama gösterişten uzak kalamamış etkisiz bir film. Kısacası yönetmenin patates kızartayım derken yahnide karar kılması ve patates püresi yemesi gibi bir şey...
Bu eleştiriyi neden yazma gereği duydum_? Çünkü şu ana kadar "mutlaka izle" lafını defalarca duyduktan sonra filmle ilgili beklentileriniz had safhaya çıkıyor ve sonuç hüsran olunca bunu dışavurma gereği duyuyorsunuz...
Ama elbette ki emeğe saygıdır, izlenmesi gerekir...

haseyn...

8 Mart 2010 Pazartesi

SADECE


Birakin kardesim; kadinlar gunu diye ovgu yagdirmayin.

Onden kapimi acmayin, ben de acabiliyorken.

Sandalyemi cekmeyin oturayim diye, ben cekebiliyorken.

Sadece bana bakarken, sizden farkli organlarima degil, “bana” bakin.

Ise alirken disima degil aklima bakin.

Beni yargilarken “Bir kadindan bunu beklemezdim!” ya da “Bir kadindan da ancak bu beklenirdi!” diye onyargida bulunmayin; benden bir sey beklemeyin beni taniyana kadar.

Sirtimdan sopayi eksik edin. Birakin kac cocuk doguracagimi biraz ben de belirleyebileyim.

Birakin beni namusunuz diye adlandirip sonra oldurmeyi; tecavuzlere goz yummayin sadece.

Korkutmayin beni; asagilamayin, korumayin da, korunmaya ihtiyacim olmayacak bir dunyayi istememi anlayin sadece. Onumde, arkamda degil; yanimda olun.

Tabi ki ayni degiliz ama beni zavalli, aciz, farkli bir hayvan turuymusum gibi degil de, sadece bazen sizden daha da guclu bazen de daha zayif olabilen, sizden farkli bir insan olarak kabul edin.

Beni ayirmayin, sadece insan olarak gorun. Cunku ben ustunlugun, pozitif ayrimciligin degil, sadece esitligin ozlemindeyim…

Oscar tahmini yapmak gerekirse...

Bilindiği gibi önümüzdeki saatlerde yeni oscar'ların sahipleri belli olacak.. birkaç tahmin yürütelim ve adaylara göz atalım...

EN İYİ FİLM:
Kim ne derse desin adaylar arasından sıyrılan iki film var, Avatar ve Inglourious Basterds .. Gerçekçi olmak gerekirse diğerlerini ayrı bir kefeye koyalım derim.. sadece En iyi film dalında değerlendireceksek derim ki, akademi her sene yaptığı gibi, oyunu Avatar'dan yana kullanacaktır.. tamam diğeri de iyi film ama vermezler.. yani aslında yedirmezler.. neden_? Diploımatik gerginliklere yol açar efenim.. Ha sen olsan kime verirdin oyunu. valla yemişim cameron'unu, gözüm kapalı avatar'a verirdim.. Inglourious Basterds henüz tekrar izlediğim güzel ve cesur bir film. Tarantino'dan da bu beklenirdi zaten. Fekat Avatar'dan çıkıpta etkilenmemek mümkün değildir. öte yandan Inglourious Basterds bir çok dikkatli izleyicinin farkedeceği gibi sekanslar arasında ciddi hataların olduğu bir film (pastaya söndürülen sigaranın henüz yanmış olmasına rağman, pastada bitmiş görünmesi. özellikle shosanna'nın geçişlerde sık sık yaşadığı atlamalar vs.).elbette ki bu hataları en iyi film dalında dile getirmek çok doğru olmayacaktır. ancak en iyi film denince her karede, hatta her saniyenin 24 karesinde bir kusursuzluk aramak yanlış olmayacaktır..

Yani En İyi Film: AVATAR

En iyi erkek oyuncu:
Adaylara şöyle bir göz attığımızda duygusal olarak tercihimiz Morgan FREEMAN'dan yana olacaktır. ancak Oscar konusunda Akademi'nin duygusallığı ön plana çıkacağından tercihim Freeman'dan yana olsa da tahminim oscar'a 5. kez aday gösterilen JEFF BRIDGES'in kazanacağıdır..

Yani En İyi Erkek Oyuncu: JEFF BRIDGES

En iyi Kadın oyuncu:
Her sene sinirlenmeme sebep olan dala geldi sıra. ben bu sene de -her sene olduğu gibi- hiçbir kadın oyuncuya oy vermek istemiyorum. her sene aynı oyuncuları görmek yeter diye düşünüyorum. yani gerek Helen MIRREN, gerek Meryl STREEP, zaten ikisi de beğenmediğim oyunculardır. Queen'le aldın ödülü otur yerine. Sandra Bullock ön plana çıksa da ve her sene olduğu gibi yine bir zenci kadını sanki mecburiyettenmiş gibi aday gösteren akademiyi kınıyor ve hiçbir kadına oy vermiyorum. Ama tahminim var elbet.. Sandra'yı yeni filmlerde görmek isteyeceğimiz de açıktır..

Yani En İyi Kadın Oyuncu: SANDRA BULLOCK

En İyi Yönetmen:
İşte benim için olayın koptuğu nokta. Bir kere ben bu sene bir Titanic ya da Slumdog Millionaire sendromunun yaşanacağını düşünüyorum. yani James Cameron'u ve dolayısıyla Avatar'ı pek sık duyacağız gibi. Zaten çoğu izleyici benim gibi düşünüyordur eminim. Ben yine de Tarantino bir sürpriz yapabilir diyorum ama elbette ki tahminimi daha güçlü bir aday olan James Cameron'dan yana kullanıyorum. (Akademinin bir sürpriz yapıp Kathryn Bigelow'u seçmeyeceğini varsayarsak)

Yani En İyi Yönetmen: JAMES CAMERON

En İyi Özgün Senaryo:
Tartışmasız Tarantino ve Inglourious Basterds diyorum. Ha tartışmak gerekirse illa; açıklıyım. Elbetteki en güçlü adaylardan biri de A Serious Man ile Coen Kardeşler olacaktır. Ama bu tip bir yanılgıyı 2007 yılında Köstebek'li Scorsese değil de, Babel'li Alejandro González Iñárritu diyerek yapmıştım. Oyum Coen Kardeşlerden yana ama...

Yani En iyi Özgün Senaryo: INGLOURIOUS BASTERDS (QUENTIN TARANTINO)

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu:
İzleyen bilir. Inglourious Basterds filminde, Hans Landa'nın her sahnesinde, izleyici olarak ikilemde kalmak mümkün. Acaba yine tuzak mı kuruyor, yoksa samimi mi_? Etkileyici performansı, inandırıcılığı, mimikleri ve Tarantino değmiş Landa karakteriyle, şüphesiz Christoph WALTZ diyorum. hem oyum hem tahminim ondan yana..

Yani En iyi Yardımcı Erkek Oyuncu: CHRİSTOPH WALTZ (INGLOURIOUS BASTERDS)

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu:
Crazy Heart ile MAGGIE GYLLENHAAL diyesim var ve evet oyum ondan yana. Ama ödülün -akademinin her sene bir "cesur" kadını ödüllendirdiğini hesaba katarsak- PENELOPE CRUZ'a gideceğine şüphe yok.

Yani En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: PENELOPE CRUZ (NINE)

En İyi Görüntü Yönetmeni:
Mauro Fiore'den başka bir aday gösterilmese de olacak bir dal. Tartışmasız Avatar..

Yani En İyi Görüntü Yönetmeni: MAURO FİORE (AVATAR)

Evet.. Tahminlerim bu yönde.. Birazdan ödül töreni başlayacak.. Demem o ki; kırmızı halıyı boşverin, zaten izleyince birşey olmuyor, onun yerine eksik kalan, izlemediğiniz aday filmleri izleyin..

haseyn...

7 Mart 2010 Pazar

öyle işte...


Asansörde karşılaşıyoruz başında örtüyle yaşayan kadınla. Küçük tekerleklerle sürüklediği, biri mavi biri kırmızı iki kovadan oluşan temizlik sistemini asansöre sığdırmakta zorlanıyor, yardım ediyorum. 4. yılım aynı apartmanda. Yani 4 yıldır sürekli karşılaşıyoruz kapıcının karısıyla. Asansörde, çöp toplama saatinde, aidat toplama günlerinde, apartman kapısında, temizlik esnasında. Yani kısacası onun mesai saatlerinde.. Orta yaşlı bir kadın kapıcının karısı, uzun mat renkli eteği ve başındaki türbanına rağmen taktığı gözlük korkmama sebep oluyor, nedenini anlamıyorum hala.. "kaça abla_?" diyorum, "yedi" diyor. Bizim asansörün ülkenin ilk asansörlerinden biri olduğunu düşünürsek zeminden tepeye uzun bir yolculuğumuz var, kapıdan yana dönüyorum.. Tokat gibi soruyor aniden: "bitti mi okul_?". "bitti" diyorum "geçen sene".. "ee ne yapıyorsun hala burda_?". yüzüne değil de kat göstergesine bakıyorum, yer olmadığı için arkam dönük, garipsemiyor diye umuyorum. nasıl bir cevap verilebilir ki buna_? "banka var, sonuç bekliyoruz işte" diyebiliyorum ancak. "ha.. iyi iyi.. hayırlısı..". eskiden olsa alay ediyor diye düşünüp üzerine giderdim, ama "inşallah" diyebiliyorum.. Kireç gibi suratı ve korkutucu gözlükleriyle bana bakıyor, bana acıyor, aldırmıyorum, varsın acısın.. "iyi iyi, okumuş adamsın, bizim gibi sürünmeyin de..". Gülesim geliyor, kocası sadece bizim mahallede 7 apartmanı elinde tutuyor. Kısa bir hesap yapıyorum. 7 apartman 20 daireden ve aylık 25'er Tl'den 3500 Tl. Boş daireler vardır belki, at 500'ü 3000 Tl.. "kimin süründüğü belli" diyesim geliyor. İşe girsem bile benden 2-3 kat fazla para kazanıyorlar, mesaisi yok birşeyi yok.. "biz de sürünüyoruz be abla" diyebiliyorum sadece.. "olsun olsun, okumuş adamın sürünmesi farklıdır.." Hala 6. kattayız, Temmuz'da asansör yenilenecek, öyle yazmış yönetici, 4 yıldır bekleyen konuşma bir kaç ay daha bekleyemez miydi_? Yandan bir bakış atıyorum kadına, gözlükleri geri atıyor bakışlarımı, "tahsilli bir sürünen" olduğuma seviniyorum neredeyse, kadının bakışları bu yönde.. "dediğin gibi olsun" diyorum.. Asansörden iniyoruz, iyi akşamlar dileyip eve giriyorum.. kapıyı kapatırken kocasının adı geliyor aklıma: "şaban". Şaka değil gerçek.. Babası Kapıcılar Kralı'ndan esinlenmiş olabilir isim koyarken..
...

Haberleri izliyorum: "Bursa'daki maçın rövanşında Diyarbakır'da beklenen oldu sayın seyirciler. maçtan önce terör örgütü yandaşlarının şovunu, orada güvenliği sağlamakla görevli polis yarıda kesti. maç esnasında da şova devam etmek isteyen grup....şunun kafası yarıldı... kameraya vurdular... 16. dakikada maç tatil oldu...provokasyona geldik!.. " görüntüdekilerin hepsi çocuk neredeyse.. tarafsız durmaya çalışan bilmemne kanalı illaki kayıyor ve "polis sizi korumak için orda, neden akıllı olmuyorsunuz, neden böyle yapıyorsunuz_?" gibi cümlelerle sunuyor haberi, fonda da grup yorum'un boran fırtınası var.. "allah topunuzun belasını versin!" diyorum.. ironik geliyor top demek...
...

Sabah... Evden çıkıyorum... İzmir yağmurlu ama hava sıcak.. gündüz yağışlı ve sıcak, gece yağışsız ve soğuk. Böyle iklim mi olur_? Bir önceki gün izlediğim haberleri düşünüyorum.. Ve kapıcı kadının o haberleri izlerken vereceği tepkiyi.. Haberler öyle bir sunulmuştu ki, pencereden lanet seslerini duymak mümkündü.. Kadın nasıl bir tepki verirdi ki_? S.ktir mi çekerdi bu ülkeden? Gaza gelip Bursaspor bayrağı mı asardı penceresine_? Ya da Diyarbakırspor bayrağı mı yakardı apartmanın önünde_? Belki kocasının tepkisine eşlik etmiştir.. Ya da belki susmuştur sadece.. içine hapsetmiştir tepkisini.. çoğu kadının yaptığı gibi bu ülkede.. Belki bir tepkisi yoktur artık.. Saçmalıyorum.. Yürümeye devam ediyorum, bir gazete bayiinin önünden geçerken takvim,sözcü tipi bir gazetenin sürmanşeti gözüme çarpıyor: "TAŞ-ERON!".. Hemen altında da kafasına Diyarbakırspor bandajı takmış 3 çocuk.. Bu benzetmelerin Star'da başlayıp bittiğini sanıyordum.. Öfkeleniyorum, gazeteyi arayıp manşeti atana sövesim geliyor saatlerce, neyi değiştirecek ki bu_? Vazgeçiyorum... o gazeteyi zaten alanların "evet, doğru" dediklerini duyuyorum sanki. Yazım tekniğine göre her b.ku kabul eden adamlar bunlar ve zaten ülkenin medya sistemi bu profili oluşturmak için yıllardır g.tünü yırtıyor, Bir telefonla ne değişebilir ki...
Bayağı yürümüşüm bunları düşünürken.. Kafamı kaldırıyorum.. Bursaspor bayrağı asmış biri, asabilir, normaldir... herhangi bir eve Diyarbakırspor bayrağı asılmasının şok haber olacağı bir ülkede yaşıyorum, ama herkes gibi Bursa bayrağını garipsemiyorum...
Yazıyı "ondan sonra böyle oldu, sonra şöyle oldu" gibi çarpıcı bir sonuçla bitirmek istiyorum.. Ama sadece akşam kapıcının karısı gelip çöpleri ve aidatı istiyor... "abla para yok yarın veririm" diyorum. "çöp_?" diyor.. balkon çöp dolu.."yok diyorum". "nasıl yok_?" diyecek gibi bakıyor, sonra iyi akşamlar deyip gidiyor.. balkona gidip çöplere bakıyorum ve nedense tek bir şey geliyor aklıma: "Diyarbakır alırdı maçı be!"

haseyn...

Takibana Production'da bana sonbahar yaprak dökümü!!!

Takibana Production'da bana sonbahar yaprak dökümü!!!
clemson(qq)-meksika sınırından amerika'ya geçmeye çalışan kaso/taso ikilisi kameralarımızdan kaçamadı! yönetim kurulundan alındığından bihaber olan kaso'nun yorumu merak konusu..

3'ün 1'i; kola kapağı ve zavallı edriyın

3'ün 2'si;kurbağaların sevinme zamanı

3'ün 3'ü;baba, kedi ve edriyın'ın gölgesi..