24 Şubat 2010 Çarşamba

HER YER UMUT














“Ya abi geçemeyiz ordan her yer eylem ya!”

Sakarya caddesinde yürümek isteyen bir genç yanımızdan geçmeye çalışırken arkadaşına bunu söylüyordu. Evet her yer eylemdi, her yerde direniş vardı, evet geçemeyecekti Türkiye’nin her köşesinden gelmiş on binlerce insanın arasından.

20 Şubat 2010; herkes oradaydı ve oradaki herkes çok güzeldi. Ortak bir amaç belirlemiş ve bu uğurda direnen insanlar ne kadar güzel olurlarmış gördüm. Herkes; memleketi, cinsiyeti, yaşı olmadan, sıfatlarla birbirlerinden ayrılmadan sadece insan olarak omuz omuza durduklarında oluşan güzelliği gördüm.Keşke tüm dünya orada olsaydı da görseydi.Sıcak yataklarında yatmak varken Ankara’nın soğuk gecesinde kimi ayakta, kimi battaniyelere sarılmış gençler; çadırlarda işçilerle oturup sohbet eden amcalar, teyzeler ve kendini düşünmeyi bırakıp gelenlere yer ayarlayan, kendi battaniyesini veren Tekel işçileri.Her hareket, her söz , her yüz, her mimik dayanışmaydı, insanlıktı, mutluluktu ve umuttu…

Neler gördüm 20 Şubat 2010 gecesi? Çadırda oturmuş bir yandan sohbeti dinlerken bir yandan dışarıya bakıyorum. İnsanlar çadırları dolaşıyorlar, bakıyorum iki erkek çarpışıyor ama sanki hiçbir şey olmamış gibi devam ediyorlar yollarına... Sonra iki kadın aynı şekilde çarpışıyorlar ama dönüp birbirlerine bakmıyorlar bile, her şey o kadar doğal ki. Hiç tanımadığım bir adamla sanki okul arkadaşıymışız gibi sohbet ediyorum. Belki yanında durmaya çekineceğim biriyle omuz omuza slogan atıyorum. Belki içinde bulunmayacağım bir grupla halay çekiyorum, türkü söylüyorum. Kimse kimseyi yadırgamıyor, kimse dönüp kötülemiyor, her şey olması gerektiği gibi, her şey çok doğal, çok sıcak, çok içten…

Neler yaptık 20 Şubat 2010 gecesi; oturmuş binanın önünde şarkılar söylüyoruz, taşa oturmuşuz önce, yanımızdaki işçiler karton veriyorlar oturalım diye, bir amca battaniye veriyim kızım üstüne üşüdüysen diyor, bağlama, kaval çalınıyor, hep bir ağızdan türküler söylüyoruz. Sonra ekmek dağıtılıyor. Önce bize soruyorlar almayan var mı diye, yanında da çok sıcak ve çok acı domates çorbası ama hep birlikte içiyoruz, içimiz yandıkça ısınıyoruz, içimiz yandıkça mutlu oluyoruz, çünkü paylaşıyoruz.


Dolaşıyoruz Sakarya Caddesi'nde gençler yerlere battaniye sermiş yatıyorlar, hava soğuk yağmur yağdı yağacak, Hatay çadırından bir tekel işçisi amcayla karşılaşıyoruz “içim gidiyor bu gençlere, kendimi bıraktım bunlara üzülüyorum” diyor, ama gençlerin bir şikayeti yok çünkü baba evi gibi onları düşünen insanlar var orada.

Gece saat üç; bir gitar ve keman çalınıyor, kimileri oturmuş yerlere kimileri ayakta, şarkılar çok güzel ve anlamlı. Bir ara yağmur başlıyor hafiften, korkuyoruz ama sadece üzerimize dokunmakla kalıyor,doğanın gücü de bizim yanımızda o gece, hissediyoruz.

“Tekel işçisi direnişin simgesi”, tekel işçisi yeniden insanlığa duyulan inancın dirilişinin, gücümüzün farkına varışımızın, sesimizi çıkarmaya başlayışımızın simgesi. Tekel işçisi "bu ülkede uğruna yaşanacak insanlar varmış hala" diyebilişimizin simgesi.

Teşekkürler olsun Tekel işçilerine, direnişin sonucu ne olursa olsun bize kazandırdıkları umut için.

özlem..

22 Şubat 2010 Pazartesi

Ey Sen Ne Güzelsin Kavgamızın Şehri…


Ankara, 20 Şubat 2010 gecesinde olduğu kadar güzel olmamıştı hiç daha önce.

Kızılay ve Sakarya sokaklarında tekel işçilerinin çadırlarıyla,

Emeğin ve direnişin sesiyle,

Belki de artık bir şeyleri değiştirmeye hiç inancı kalmamışların yeniden filizlenmeye başlayan inançlarıyla,

Ekmeğini, çorbasını paylaşan on binleriyle,

Zeybeğiyle, halayıyla, horonuyla, türküleriyle bir başka güzeldi bu sefer Ankara.

Ahir ömrümüzün geri kalanında görüp görebileceğimiz en önemli mücadeleydi belki de tanık olduğumuz, işçi sınıfının sahneye dönüşüydü gördüğümüz.

Tarih yazılırken orada olmaktandı heyecanımız.

Ankara’nın göbeğinde hınca hınç sokaklarda sabahlarken on binler; ne soğuk ayaz, ne uyku yoktu oralarda. Çadırlarını ziyaret ettiğimiz işçilerin hoş sohbetiydi içimizi ısıtan, haklarını alacaklarına olan inançlarıydı bizi uyanık tutan. Hem halayımız vardı üşüdükçe başladığımız. Uyku mu bastırdı, başladık mı bir türkü tutturmaya alır başını gider o da.

“Ölmek var, dönmek yok!” demişlerdi ya hani, öyle işitmiştik yüzlerce kilometre uzaklardan; meğer ne sahiymiş bu laf, ne büyük inançmış bu.

Ailesini bırakmış memlekette, hastalanmış belki evladı, yaşlı anacığı gel dermiş… Lakin mümkün mü artık dönmek, inanmış bir kere; ölmek var, dönmek yok.

Hatay çadırında Arapça, Diyarbakır çadırında Kürtçe anlatmış dilini anlayana derdini, dilini anlamayana bir de Türkçe anlatmış tekel işçisi ama hiç yılmamış anlatmaktan, anlattıkça büyümüş inancı, anlattıkça yayılmış haklılığı.

68 gün olmuş başlayalı direnişe, yılgınlık mı, esamisi okunmuyor. Ya diyor soran, uzarsa süreç, hani 8 ay diyorlar, cevabı belli tekel işçisinin “biz buradayız, haklarımızı alana kadar”.

Dedim ya; bir başka güzeldi 20 Şubat 2010 gecesi Ankara diye, hani işitiyorduk bir başkaydı oralar, mücadele anlam bulmuştu yeniden orada ama asıl güzel olan orda olmakmış.

Bir köşede uykusuzluğa yenilmiş genç kardeşine battaniyesini örten işçi abiyi görmekmiş güzellik.

Sabaha karşı öğrenci kardeşlerine nerde kahvaltı edeceklerini sorup çorba dağıtılacağını haber veren işçi ablanın anaç tavrıymış o sokakları güzelleştiren.

On yıl önce tekelden emekli olmuş amcamızın buradayım yine de 68 gündür, gitmem bir yere diyen sesiymiş gönlümüzü aydınlatan.

Yıllardır neredeyse sadece futbol maçlarında görmeye alıştığımız kalabalıkları, bu sefer tekel işçisinin bu onurlu mücadelesinde gördük ya işte bir de ondandır Ankara’nın bu sefer bir başka güzel oluşu.

Hani bugün tekel işçisinin yılmazlığı oldu ya yarına inancımızı arttıran, işte bir de ondan anlamlıydı 20 Şubat 2010 gecesi.

Hani tekel işçisi umudu olmuş ya insanlığın, hani insanlık bugün yeniden direnişten bahsediyor ya, hani Ankara sokakları hiç olmadığı kadar kalabalık, kalabalıklar hiç olmadığı kadar kararlı ya işte bir de ondan güzel yaşamak bugün.

Hani demiş ya Ahmed Arif;

“…

tütün işçileri yoksul,

tütün işçileri yorgun,

ama yiğit

pırıl pırıl namuslu.

namı gitmiş deryaların ardına

vatanımın bir umudu…”

diye; işte bir de tekel işçisine gelsin bu dizeler bugün.

Hani bugün tüm bu hissiyatların ve sözcüklerini kıvılcımını çaktı ya tekel işçisi işte bir de ondan teşekkürler olsun ona.


Latife...

15 Şubat 2010 Pazartesi

Bir Katliamin Anatomisi


Bu resme dikkatli bakalim; bu resim bize cok fazla sey anlatir, bu resim bakmayi bilirsek bizi anlar kilar, bu resim bizim gozumuzu alir, bilincimizi aydinlatir, zihnimizi yakar, vicdanimizi deler; ama once anlatir, anlatir ya; anlatmasi icin evvela sormamiz gerekir...Resme bakinca aklimiza gelen ilk soru nedir?

Evet...
Soruyu bulmak icin kucuk bir ipucu yardimci olsun hadi: Iki kucucuk ulkeden olusan kucuk bir adanin ulkelerinden birini tanitan bir yaziya eklenmis bir resmi bu; sinirin saginda kalan, bir kismi gorunen ulkecik Dominik Cumhuriyeti, solunda kalan ise...evet, Haiti'dir.
Simdi bulduk mu soruyu?
Sozu edilen adanin yuzolcumu iki tane Turkiye ili kadar diyelim, adanin toplam nufusu on milyonu biraz geckin diyelim, yani diyelim ki bu hicbiryerin ortasindaki adacik kucucuk ficicik bir yerdir ve hadi artik soralim su zikkimin kokunden ciglik gibi firlayan deli soruyu: Sinirin nasil olur da sag tarafi yemyesilken, tam sinirdan sola atladigimizda kahverengi aliyor gozlerimizi??? Boyle sacmalik mi olurmus? Adanin tumu nerdeyse tek paralel araliginda, dolayisiyla iklimi nuans icermeyen iki ulke var karsimizda; nasil olur da sag taraf yemyesil sol taraf kahverengi ve tamemen kahverengi olur? Ki bu bir ilkokul ikinci sinif atlasindan alinmamistir; en uydusal haritalarimizi acip bakalim ayni adaya, yine yesildir Dominik, yine kahverengidir Haiti; niye yesildir Dominik, niye kahverengidir Haiti!? Kaptan Kosto bunu da kesfedip acaba neye entegre ederdi ki inancini, zira bu bir mucize midir...ya da bu bir nedir?

Canim Haiti...
Bu gezegende Kolelige isyan edip bagimsizlik ilan etmis hem 'ilk' hem de simdiye dek 'tek' ulke...gercek efendim, cok fazla gercek!
Fransizlari, simdide amerikan evanjelist lideri, eski baskan adayinin rezilce bildirdigi gibi, zamaninda 'seytanla isbirligi' yapip(bu adama gore simdiki felaket de bunun sonucuymus!) hukumlerini surmekten alikoyan ve Avrupa uygarligini karsisina alan, dolayisiyla da kendi halinde yasayip, kendi uretip kendi yiyen, kendi ayaklarinin ustunde durmak icin tarihe birinci dunya savasi'ndan once girmesi gereken mucadelesi, soz konusu savasta, firsattan yararlanmalarin kurnaz harika ulkesi, firsatciligin buyuk topragi, evet evet, FIRSATLAR ulkesi tarafindan 31 yil boyunca, ortalikta herhangi bir sebep yokken isgal edilmis, varligina kast edilmis, cok da kolay edilmis, zira oldurmekle isi olmamis caliskan insani silaha yatirim yapmamis, kendisine yeten doga varken sanayiden nemalanmamis, uzakta kalmis ama her nasilsa firsatci firsatlar ulkesi tarafindan stratejik, dusmanin degerlendirebilecegi nokta olarak ilan edilip somurmenin en alcak hatlarinda o guzel yesilleri surulmus, surulmus; agaclari bastan sona kesilmis, kesilmis ve ne yapilmis; belli ki firsatlardan yararlanip yakin ileride cok zenginlere sahip olacak(1929 buhrani hikayedir o cok zenginler icin) o firsatlarin, ruyalarin ulkesine hizmet edecek, cok zenginlerinin zevklerini isten gucten uzakta, okyanus kenarinda tatmin edecek essiz GOLF sahalari icin tum yesili surulmus, tum agaci kesilmis; dolayisiyla, bundan sonra verimli topragina ekememis, ekemedigi icin bicememis, bicemedigi icin toplayamamis, toplayamadigi icin yiyememis, ac kalmis, susuz kalmis, kirilmis, mahvedilmis, talan edilmis, gozunun yasina bakilmadan KATLEDILMIS canim Haiti!

Tekrarimiz vurguyu, agidimiz isyani guclendirsin: niye mi cografya bilimini sasirtacak bir renk ayrimi yaratmis? Yillar oncesinde-yillar boyu; cok zenginlerin, okyanusun ortasindaki guzelim tropikal adadaki golf sahasi IHTIYACI'ni karsilamak ugruna kel edilmis, yanindaki kucuk ama kabul eden-yola gelen kardesi Dominik Cumhuriyeti'nden yasarken derisinin rengi, ayni anne-babaya ragmen ayrilmis; kahverengisiyle Dominik'in golgesi kilinmis zavalli Haiti!

Sonra gunu gelmis, icindeki zavalliliklardan bikmis buyuk firsatlar ulkesi tarafindan bir de up-yard'i Kanada'ya 'sen de bununla oyna, ben yenilerini aliciim' altyazisiyla verilmis; oyuna gelmis, ahi bitmemis, vaveylasi afet beklemeyen ama afetle duyulabilmis yalniz Haiti!

Iki yuz elli yillik zulmun ustune, elinde bir sey yokken dahi, yakinindaki Kuba'ya bir de densiz-itaatsiz-kuraldisi bir Venezuela eklenince bir de halki karsi karsiya getirilmis, neye darp edilecegi buyuk bir soru ken darbeye verilmis, kani bir daha dokulmus, cani alinmis, aslinda afete ne zaman gerek duymus ki; saf Haiti!

Devrilen baskaninin yerine oturmaya ikna edecek biri bile bulunamamis, bu yuzden binlerce kisiyi oldurerek uzaklastirilmis baskani mecburiyetten geri getirilmis nacar Haiti!

Birkac yillik ara bulamamis ki evlerine temel yapsin Haiti!

Kamistan yuvalarda yuzbinleri barindirmis Haiti!

Teknoloji sanati neyine olagelmis Haiti!

Bir depreme gercekte bir milyon insan-kurban vermis Haiti!

Firsatci ulkenin son uc baskaninin cok aciyiverdigi, biraraya gelip halklarindan yardim diledigi, kefil olunup IMF'den KREDI'ye yonlendirildigi, 'alay mi ediyorsunuz?' diyegelmis baskanina 'sizinki de laf mi ama' denilmis, zaten dikte edilip yaratilmis, eline gecmeden nasilsa harcanmis kabul edilmis borcunun meteligine af(!) verilmeden, en normal faizle yine kredi onerilmis; "yahu kime onerilmis, yahu nasil onerilmis, yahu her felaket mi firsata donusturulur, yahu bir gram mi vicdaniniz kalmamis" diye bagiran, "yardiminizi bir tarafiniza sokun kokusmus densiz zalim budalalar" diye bagiranlara , bu hallerinde, yuz kisilik ailesi de yitmis olsa, terorist diyegelip uzerlerine yardim adiyla asker yigilmaya karar verilmis; gumrugunden sinir tanimayan doktorlari, hayat kurtarmak isteyenleri durdurup bu askerleri once almak zorunda birakilmis agla Haiti! Agla Haiti!

On bes bin asker ile korunmaya(bir seylerden ama neyden korunmaya) ugrasilirken enkazlar tazeyken, kubali doktorlarin ve sinirsiz meslektaslarinin eski botlarla, kacak yolla girip insanlara deva vermeye calistiklari, baskalarinin "Yola gelsin artik seytanin isbirlikcileri" diyenlere politik unvanlar yakistirdiklari, kinayamadiklari(zira cok yasli, deneyimli ve yirtseverdir hasmetmeab)' evet, evet onlarin karsisinda sapina kadar dinsiz ama hepsinden daha IYI Haiti!

Son isgalcilerinden Kanada'nin bir 'enkazin altinda kanadali da var' ihbari uyarinca tam techizatla yolladigi iki yuz doktor tarafindan, bir bir ve istisna barindirmadan, enkaz altinda Kanadali yokmus diye, toparlanip, tek bir kisiye yardim etmeden geri dondugu; donerken de kucagindaki cocuga care isteyen gozu yasli anneye cok sefkatlice yanasip: Eger baska ulkelerden doktorlarin size yardim etmesini istiyorsaniz, bence islerini bitirmeden vatandaslarinin burada olmadigini soylemeyin'iyle teskin ol buyurulmus, hem oksuz hem yetim Haiti!

Agla Haiti! Agla Haiti... Aglamak senin hakkin Haiti...

Bir tek yurekle sana yemin ederim ki ama Haiti; guleceksin! Inanmazsan darilir miyim Haiti? Darilirsam iki gozum kor olsun; senin inanmamaya hakkin var Haiti ama yuregim seninle birlik ya Haiti, buna da iznin olursa ben inanayim...

13 Şubat 2010 Cumartesi

Londra Notları 2: Karla Karışık – Karmakarışık














Brezilyalı Thandra, Eduardo ve Guido ya da Venezüellalı Ester için hoş, farklı, şaşılacak ve hatta hayran olunacak bir güzellikti: Şehre inen kocaman kar tanelerini görünce hepsi cama koştu ve çocuksu bir heyecanla karın yağışını izlemeye, birbirlerine yağan karı gösterip şaşkınca gülümsemeye başladılar. Ömürlerinde ilk kez kar yağdığını görüyorlarmış…

Tuhaf geliyor duyunca; çünkü bizler, gördüğümüz-duyduğumuz-bildiğimiz şeylerin dünyanın her yerinde, herkes için aynı olduğuna fazlaca inandırılmışızdır. Dünyaya, hayata, insanlara etnosentrik bakışın tipik örneği; belki bütün eğitim sistemimiz bundan ibaret. Bir Güney Amerikalı çıkıp Türkiye’nin haritadaki yerini bilemedim mi, şaşkın şaşkın bakıyoruz… “Ama nasıl olur, bizim şanlı…” … Mesela Koreli Atatürk adını duymamış olsun, ya güceniyor ya da ona cahil gözüyle bakıyoruz; “Ama bizim büyük…”… Yemeklerimiz, tarihi mekanlarımız, canlı-şanlı-kanlı tarihimiz, herkesin gözünü diktiği coğrafyamız, eşi menendi bulunmaz kültürümüz, “bütün başlardan …. başımız”, göğsü tunç siperi gençlerimiz… Öyle yüklenmiş ki “milli” tarih, “milli coğrafya”, vatandaşlık, andımız, üniversite yıllarına uzanan Türkçe-Tarih derslerimiz, dünyada bizden başka ülke, bizden başka ulus, bizimkinden başka kültür yok gibi yaşıyoruz. Ama bir de aynayla karşılaşmaya görün: Tosss! Çarptık kaldık işte. Tuz buz oldu “milli” bilinç…

Brezilyalı için “kız isteme”, yüzük, nişan, kına töreni gibi süreçleri anlamak oldukça zor. Üç kez tekrarladım Thandra’ya; “ama neden?” diye soruyor yalnızca, altı üstü biriyle evleniyorsun. Şilili Diego’ya ‘bizim memlekette domuz eti yemiyor insanlar’ dedim. Ağzı açık kaldı; bana kağıt üstünde kaburgalarını çiziyor, bunu barbeküde kızartacaksın, hmmm diyor… Ağzının suları akarak ve bana şaşarak; nasıl yani yemiyorsunuz??? Gel de anlat. Taylandlı Pattita ile Güney Koreli Chan Su köpek etinden bahsediyorlar; benim yüzüm buruşuyor. Fransa’da at eti yenirmiş, Linda anlatıyor. Bizde olsa “at etinden sucuk yaptılar” diye adamları manşete taşırsın. Jhonny bizim yanak yanağa selamlaşmamıza “aa çok ilginç” diyor. Bize olağan, sıradan, sanki hep öyleymiş ve öyle kalmalıymış gibi gelen şeylerden başkalarının haberi bile yok. Jang Türkiye’yi Mısırla Yunanistan arasında sanıyor, eh gene iyi tahmin sayılır. Guido Arap alfabesi kullandığımızı düşünüyor, onu bir türlü başka bir alfabe kullandığımıza inandıramadım, ben Türk televizyonunda gördüm diyor. İspanyol kızı Rocio’nun evi sahile çok yakınmış, sahilde bir iki çıplaklar kampı varmış, eve çok yakın gider gelirim diyor. Evdekilere “ben bi çıplaklar kampına kadar gidiyorum” deme rahatlığı… Tuhaf geliyor. Bizim “şanlı” tarihimizi pek bilen yok mesela, öyle ağzını açmış Anadolu’yu bir an önce ele geçirmek için bekleyen de görmedim pek. Bizim için mesela bir Brunei, bir Guatemala, bir Micronesia neyse, çoğu insan için Türkiye de o.

Belki de “jeopolitik konum”, “dünyayı sarsan tarih”, “eşi bulunmaz coğrafya” anlatımlarına fazlaca kaptırmışız kendimizi. Dünyada onlarca ülke, milyarlarca insan, yüzlerce farklı kültür var. Her ülke, kendine has bir tarihe sahip; her kültürün iyi kötü yanları var; her din kendine münhasır özellikler taşıyor, bazen diğerleriyle benzeşiyor; her coğrafyanın farklı bir güzelliği var…

Eğitim dediğimiz şey, bunlardan başlamadığı için belki, “farklı” olanı gördüm mü afallıyoruz, anlamakta, kabullenmekte güçlük çekiyoruz. Bir ara Ankara duvarlarını süsleyen tuhaf, gülünesi bir slogan vardı: DTO; açılımı, Dünya Türk Olsun. Tam da bu kafada çocuklar yetiştirdik, hala yetiştiriyoruz. Hasbelkader içinde bulunduğu ortamı dünyada bir eşi daha olmayan üstünlükte gören hastalıklı bir anlayışla…

Oysa….Ailede, çevrede, okulda, askerde, medyada, işte, sokakta… Her yerde “megalomani” geliştireceğimize dünyada bizden başka insanlar da olduğuna inandırsak çocukları, “başkaları”ndan bahsetsek ara sıra, “sınırlarımıza göz dikmiş düşmanlar” yerine farklı kültürden komşularımızla tanıştırsak… Savaşlar kronolojisinden ibaret tarih kitaplarını biraz değiştirip insanlık tarihine ne kattığımızdan bahsetsek, yetiştirdiğimiz bilim adamlarını, buluşlarımızı, büyük sanatçılarımızı, yaptığımız köprüleri, medreseleri, hastaneleri, arkeolojik geçmişimizi öne çıkarsak, coğrafyamızı yalnızca göz dikilmiş “jeopolotiği” ile değil de insanlık tarihi içinde emanet alınmış bir güzellik olarak sunsak… Biliyorum, en canı gönülden isteyenlerimize bile “tuhaf” ya da “çok zor” gelecek dilekler bunlar, ama bunları yapmış, yapabilmiş olsak, şimdi bizler dünyaya, dünya da bizlere daha farklı bakar olmaz mıydık?

Her insan, her farklı kültür bir ayna; o aynaya baktıkça kendini daha doğru konumlandırıyor insan. Bizler, bu coğrafyanın “yazık” kuşakları, hep birbirimize baka baka karardık. Hindistan’dan sonra ikinci kez “ayna”yla yüz yüz yüzeyim. Ve bir kez daha ve daha bir pekişmiş şekilde anladım ki, haritalarda birer bellilikten başka bir şey değil “sınırlar”. Ne coğrafyalar, ne ülkeler, ne kültürler arasında sınır var. Asıl sınır, kafaların içinde, öğretilenlerde, öğrenilenlerde. Kafaların içindeki sınırlar kalktıkça, haritalardan da bir bir silinecektir sınırlar. İşte o zaman belki düşlenen “gökkuşağı”; insanlık her bir farklı rengini o güzelliğe dahil ederek, ışıl ışıl bir dünyanın rengarenk haritasını çıkaracaktır.




cs, şubat '10, londra.




Londra Notları 1: Düzen, Düzene Karşı...








Biz “ikibuçuğuncu dünyalılar” için “birinci dünya”nın bütün mitleri, kuşkusuz derin bir aşağılık kompleksi ile örülüdür. Küçüklüğümüzden itibaren yüz yüze geldiğimiz her sıkıntıda hasbelkader “evrupa” görmüş, görmemişse okumuş, okumamışsa dinlemiş, dinlememişse doğuştan o kültürü özümsemiş büyüklerimizden içimizi müthiş rahatlatan karşılaştırma cümleleri duymaya alışığızdır. “Adamlar yapmış abi”den tutun, “orda öyle mi ya, medeniyet kardeşim, başka bir şey”lere uzanan bir dizi ifadeyi belki duymayanımız yoktur.
Şehr-i Londra’ya adım attığımda, kulağımda artık silinmez bir yer etmiş o “medeni dünya”yı bir de dünya gözüyle görecek olmanın merakını ve haklı gururunu taşıyor olmam boşuna değildi. Artık “evropa görmüş” sınıfa dahil olacak, gelecek kuşaklara aktarmak üzere bir sürü karşılaştırmalı cümleyi heybeme doldurup dönecektim. Kimbilir, yeni, en yeni kuşak Tanzimatçı, yani “Jönjön Türk” olarak yetişecek, “etkili burun kıvırma teknikleri/kompleksliyim mutluyum” kitaplarıyla “bestseller(çok sattırılmak üzere piyasaya sürülmüş reklam abidelerinin kısaltılmışı)” olacaktım.
Kafamdaki “İngiliz” imajını tahmin etmek zor değil; hepimizde aşağı yukarı aynıdır: Düzenli, dakik, soğuk, kuralcı, tekdüze hayat. Bu imaj, Londra’daki ilk günlerimde kısmen yıkıldı, kısmen pekişti. Düzen, dakiklik ve kurallar konusunda evet, pekişti; insanlar ve hayatın akışı konusunda fark var.
Londra, iç içe daireler şeklinde bölgelere ayrılmış(Zone 1-9). Birinci bölge, şehrin tarihi merkezi; hayat, gezilip görülecek yerler, eğlence, kültür vs. ağırlıkla orada. İkinci bölge, hayatın hala renkli devam ettiği ama şehrin çehresinin de değişmeye başladığı yerleri kapsıyor. Üçüncü bölgeden itibaren meskun mahaller ağırlıkta; bölgeler yer yer etnik isimler bürünebiliyor: Bir mahalle Türkler’in, biri Hintlilerin, biri Bangladeşlilerin, bir bölge Siyahilerin vs… Dördüncü bölge ve sonrası, giderek varoşlaşıyor ve altıncı bölgeden sonra artık banliyö ya da şehir dışı semtlere geçiliyor.
Şehirde ilk günlerim ağırlıkla Birinci Bölge’de geçti. Haliyle, şehrin en parlak, en ışıltılı, en güzel, en düzenli yanıyla tanıştım önce. Yavaş ve sorunsuz işleyen trafik, örümcek ağı gibi metro sistemi, korumalı bölgeler, yaya önceliği, geniş kaldırımlar, insana kocaman bir açık müzede geziyormuş hissi veren binalar, tarih, mimari, canlı hayat, parlak ışıklar, metro girişlerinde sokak çalgıcıları, renkli insan kalabalığı ile ışıl ışıl bir “dünya şehri”.
Kurallar var, düzen var ve bunlara genelde uyuluyor. Metro istasyonlarında “soldan gidin” yazıyor ve herkes soldan gitmeye çalışıyor. Elektrikli merdivenlerde yürümeyenlere “sağda durun” uyarısı var. Herkes sağda duruyor. Trafikte çizgiler aşılmıyor, otobüs duraklarının hepsinin önü kırmızıya boyanmış, iki otobüs sığacak kadar alan var ve orada arabalar durmuyor. Her trafik lambasının önünde, köşe başlarında, yol ağızlarında yere “sağa bak, sola bak” diye not yazılmış. Metronun her durağında inerken ve binerken “mind the gap mind the gap” diye bağırıyorlar; boşluklara dikkat edin, düşmeyin, kolunuzu bacağınızı kırmayın… Her istasyon girişinde ücretsiz gazete dağıtılıyor; haliyle bütün yolcular “okuyucu”. İnsanların elinden gazete-kitap eksik olmuyor. Metro çıkışı asansörlerin “operatörleri” var; giriş çıkışı, kapı açılıp kapanmasını vs. yürütüyorlar. Şöyle dıştan bakınca hoş; belediye her ayrıntıyı düşünmüş diyor insan.
Ama gelin bir de benim gibi her şeye tersinden bakmaya meraklı “kılçık”lara sorun, neler görüyor arka planda… Her şeyin bu kadar “düşünülmüş” olması, insanları bir yerde hiçleştiriyor. Belki abartılı bir yaklaşım ama, esnek olmayı, pratik karar vermeyi, yaratıcılığı, heyecanı, bir yerde düşünmeyi öldürüyor bu düzen. Başarılı kapitalizmin tipik hastalığı yani: Belki rahat ama küçülmüş, silik, yabancılaşmış, hiçleşen insanlar!
Şehrin merkezinde mimari, yol düzeni, yerleşim, trafik … her şey kusursuz görülüyor. Ama biraz “kenar”lara açılınca, o şatafat yerini sıradan bir hayat telaşına bırakıyor. Evet, ana hatlarda bir metroyu en fazla iki dakika bekliyorsunuz, bazen arka arkaya geliyorlar; ama sabah işe gidiş ve öğleden sonra iş dönüşü saatlerinde belli duraklardan metroya binmek hayal. En az dört beş tane geçiyor; bir iki kişi ancak binebiliyor. Sıra size gelince araya sıkışıp gidiyorsunuz. İçerde boşluklar var mı? Var… Ama gazetelerine gömüşmüş insancıklar başkalarının da metroya binebileceği ihtimalini hep unutuyorlar. Otobüs duraklarında hangi otobüsün kaç dakikada geleceği yazıyor ve genelde dakikasında da geliyor otobüsler. Ama otobüs birazcık dolu oldu mu, sürücüler durakta kapıları açmıyor, binemiyorsunuz. Belki en az on kişi daha binebilir; çokça boşluk var… Ama “kuralları” uyguluyor sürücü, yağmur-kar olsa bile. Metro duraklarındaki kırk elli kişilik asansörlere binenler “operatörün talimatları” gereği dümdüz diğer kapıya doğru ilerleyip arkaları asansöre dönük şekilde “nizami” duruyorlar. Kimse yan dönmüyor mesela, kimse yana-arkaya bakmıyor neredeyse. Robot gibi binip robot gibi iniyorlar.
Örnekler çoğaltılabilir. Çoğuna abartılı da gelebilir bu yaklaşım. Ama bu basit örneklerden şuraya varmak mümkün: Hüseyin Akoğlu’nun kısa filmindeki gibi “her şeyin yolunda” olduğuna inanan, düzen içinde, hepsi birer Trumanlaşmış insancıklar yığınına dönüşüyor bu topluluk zamanla. Bu rahatlık, her şeyi düşünülmüş ve yolunda oluşu, insanları dış dünyaya karşı körleştiriyor, sağırlaştırıyor, aptallaştırıyor da. Burada doğup büyüyen biri için başka ülkelerde olup bitenlerin tuhaf, anlaşılması güç, masalsı ya da saçma gelmemesi işten değil. Tipik “zengin ve tutucu” aymazlığı içinde, en büyük korkuları düzenin değişmesi oluyor haliyle. Alışık olmadıkları bir durumla karşı karşıya gelince de afallıyorlar.
Şu, düzenin dışına çıkma durumları ile dış dünya aymazlığı meseleleri önemli. Ama bunları bir başka yazıda, bir başka çerçeveden ayrıntılı ele alalım.
Şimdilik özet niyetine şu söylenebilir: Dünyanın her köşesinde olduğu gibi, burada da bir döngü var. Hayat, iki yüzüyle devam ediyor. Belki her yerde nasılsa öyle; ambalajı ve içeriğiyle.Ambalaj, çok parlak, ışıltılı, güzel işlenmiş, albenili ve pahalı. İçerik ise, basit: Biraz canlı, biraz sıkıcı, biraz tekdüze, biraz renkli… Tipik bir metropol. En dikkat çeken yanı “düzen” ise, bir o kadar göze çarpan o “düzene karşı” oluşan iç düzen… Gün içinde tekdüzeliğin sıkıcılığına gömülen insanların akşamları “düzen”e nasıl ayak dirediklerini, pub’larda, otobüslerde, duraklarda, yollarda nasıl “gerçek hayat”ın çığlığını attıklarını görmek şaşırtıcı değil. Hepsi birer Truman evet ve filmin sonunda hepsi o stüdyonun duvarlarını yırtmak için kendilerini içkiye, eğlenceye ve düzensizliğe vuruyorlar. Düzen, hava kararınca düzenin karşısına geçiyor ve “insan” olmak istediğini haykırıyor adeta. Şu an için tek sıkıntı, insanların ertesi sabah gene düzene kapılıyor olmaları; gönlümden geçen ise, bir gün tümden bu “düzen”e başkaldırıp gerçekten insanca bir yaşamın izini sürmeleri… Benim, sizin, hepimizin… Bütün insanlık adına, zannımca tek çıkış yolu, en yakıcı ihtiyaç budur…




cs, ocak '10, londra.



10 Şubat 2010 Çarşamba

nevruza hazırlık

gece gece,yine sıkkın buhran içerisinde,beni şu sayfaya adam akıllı bir şeyler yazmaktan uzun süredir alıkoyan,ilkin titretmiş sonra zamanla ağırlaşıp üstümden geçmiş,şimdilerde ise bu ezilmişliğe alışmış bir ruh hali içerisindeyken,televizyonda karşıma çıkan bir kaç kare görüntü...özünde alaycı bir anlatımın parçası olsa da,bütününün anlamı zerre umrumda değil!zaten televizyondaki hiç birşey de umrumda değil,ne yapıyorlar,ne ediyorlar bana ne!ne bok yerlerse yesinler!neyse efendim ünlemle biten daha fazla cümle kurmadan sakinleşeyim.
ne diyordum?ha evet,gözüme ilişen bir kaç kare...çöl,kızgın güneş,sıcak rüzgar...ve bunlar yetiyor zihnimin arka odalarından birinin kapısını açmaya.içeriden bir ses bağırıyor "susuzluk!".akabinde bu çağrışım fiziksel etkisini gösteriyor kuruyan ağzımla.kalkıp su alıp geleyim diyorum ama deniz,nehir,göl yani bol suyu çağrıştıracak bir görüntü aramayı tercih ediyorum koca götümün yerçekimiyle munakaşasındansa.ancak gerek kalmadan görüntü bulmama zaten aklım geriye kayıyor,unutuyorum susuzluğumu.kapatıp sımsıkı gözlerimi aklımın içine sırtüstü yuvarlanıveriyorum.karanlık...sıcak yada soğuk anlayamadığım bir hava.bir an için ter basacak gibi oluyor,kavrulduğumu hissediyorum ama sonra birden bana lise yıllarımdaki ankara sabahlarını hatırlatan bir ayaz.bedenimin tümü gibi titremekle titrememek arasında kararsız kalmış gözkapaklarımı ağır ağır aralıyorum.aklımın içinde nasıl aklımda kelimeler belirir bilemem ama oluyor.ve garip,belirir belirmez dudaklarımın arasından özgürlüğe kavuşuyor kelimeler,durduramıyorum.duyamıyorum, gözlerimin önünde beliriyor ağzımdan çıkan kelime.havada asılı "kuru" sözcüğüne dokunuyorum.tanımladığı şey gibi kuruyup rüzgarla uçuşup gidiyor...benzeştiriyorum sadece gerçek olanlarla gördüklerimi.yoksa ne kuru,kuru;ne de rüzgar,rüzgar.
sonra bir an bir ses duyuyorum.ardıma dönüyorum eski türk filmlerinden klasik bir sahnenin içindeymişim gibi geliyor.arabesk'teki çöl sahnesi geliyor aklıma ve istemeden kıkırdıyorum.bunu da tutamıyorum.koca,uçsuz bucaksız çölde yankılanıyor sesim.puff!
yanı başımda bir adam peydahlanıyor.kadife pantolonu,kazağı,kaşe montu,eldiveni,beresi,atkısı tastamam kışlık kıyafetleriyle çölün ortasında ortaya çıkıyor.bana mı güldün diyor,hayır diyorum.yalan söyleme diyor,istesem de söyleyemem diyorum,kelimeler ağzımdan kaçıp gidiyor.tamam diyor ve yine puf!
onun ortadan kaybolmasıyla ben de kendimi bir caddede buluyorum.ayak parmaklarımın ucunda yükselip insan selinin üstünden bakıyorum,istiklal'in galatasaray'a uzanan ucunu görüyorum.dönüp arkama bakıyorum,az ilerde solda ssk işhanı onunda ilerisinde ne heykeli olduğunu yıllardır çözemediğim heykeli görüyorum.sakarya caddesinin balıkla karışmış çiçek kokusunu soluyorum.ardından sesler!önce sağ tarafımdan geliyor,dönüyorum az evvel ki adama benzeyen yüzlerce kişi üstüme geliyor.dönüp kaçacak oluyorum bu kez istiklalde üzerime doğru geliyorlar.sıkışıyorum.başım ellerimin arasında kapaklanıyorum.sesler yaklaşıyor,korkum büyüyor.puff!
sessizlik...tekrar çöldeyim.az ötemde bir adam yarı emekler,yarı sürünür halde ilerlemeye çalışıyor.biraz su diyorum,zihnim beni kırmıyor.su şişesini ayaklarımın dibinden alıp hızla adamın yanına gidiyorum.al diyorum iç.önce suya sonra bana bakıyor.istediğim su değil diyor ve dönüp ilerlemeye devam ediyor.ne öyleyse istediğin,ne istiyorsunuz diye bağırıyorum.bir puf daha!
karanlık bir odada ellerim,ayaklarım bağlı oturuyorum.hareket şansım yok.şaşkınlığımı atamadan önümdeki karanlıkta bir çerçeve beliriyor.zihnimin kayıt odasında olduğumu anlıyorum.önümden akıp giden onlarca,yüzlerce bana ait olduğunu öğrendiğim anı.sonra çerçeve giderek genişliyor ve ayaklarıma dek uzanıyor.artık dışarıdan izlemiyorum.ellerim ve ayaklarım özgür kalıyor.oturduğum yerden kalkıp bir adımla dalıyorum çocukluğuma.hayal meyal hatırladığım ben doğduktan biraz sonra taşındığımız evin mahallesi.insan ömrünün en güzel yıllarının kendime ait olan kısmını geçirdiğim yer.biri küt saçlı diğeri beline varan saçlarıyla iki kız gelincik topluyor.kendimi arıyorum istemsizce.ama yokum bulamıyorum.halbuse ablalarımın yanında olmam gerekirdi.bunu anıyı unutmamıştım.
eğiliyorum,küçükken dünyanın en güzel çiçeği dediğim gelinciklerden birini kökünden söküp soğanını koparıyorum.puff!
ilk sahnedeyim hava aynı,rüzgar aynı,kuru toprak,kuru ağaç aynı...çıkarıyorum gelincik soğanını.eşeliyorum toprağı biraz,özenle yerleştiriyorum soğanı içine ve tekrar örtüyorum üstünü.biraz su diyorum,zihnim yine kırmıyor beni.ayaklarımın dibinde beliren suyla cansuyunu veriyorum çiçeğimin.ıslanan toprak griden olması gerekene koyu kahverengiye dönüyor...

tekel işçisinin daha sıcak tutan battaniyeye,çaya,çorbaya ihtiyacı yok!
onların,onlar gibi umuduna can vermiş,onların yanında olan insanlara ihtiyacı var...

güzel günler için,güneşli günler için,
umutla...

Coshua


4 Şubat 2010 Perşembe

onlar üzerine...



- Nasıl soğuk mu oralar_?
--Yok valla sizin oralardan daha sıcak..
- Nasıl olur_? -12 derece dediler haberlerde..
-- Bakma sen onlara, der onlar..
- Ne zaman gelirsin_?
-- Burda olmanı isterdim, dünyanın en sıcak yeri burası şimdi, herkes bir arada.. Herkes bize destek olmak için akın ediyor Ankara'ya.. Bilirsin zaten; bir askerlik için çıktım memleketten, bir de şimdi işte.. Meğer bizim bildiğimiz gibi değilmiş herşey. daha önce adını duyunca yere tüküreceğin, lanet edeceğin gruplar tüm gün yanımızda.. adam olmaz dediğin gençler her gün çadırlarda, hatta gece bile.. Geçen geldi iki tanesi, görsen gece boyunca ayrılmadılar yanımızdan, tartıştık, güldük, hüzünlendik, dakka başı aynı namussuzun adını andık.. 45. gündü sanırım, gına geldi ya hani aynı şeyleri konuşmaktan, bambaşka bir hal aldı artık burası.. olay, gelecek ay ne kadar maaş alacağımız, iş koşullarımızın nasıl olacağı değil artık; değişti olay.. İnsan ne kudretli yaratıkmış meğer; meğer ne kudretliymişim de, ne haklıymışım da bunu anlamak için neden -12 derecesine yandığımın Ankara'sına sığındım, onu anlamadım.. Olay değişti dedim ya, değişir elbet.. Çocuğu ölmüş adamın memlekette, bırakmadı burayı, gözyaşını hapsetti içine! Babası ölmüş kadının İzmir'de, sebebi kadına yüklediler hem de, vazgeçmedi, matemini babasını öldürdüğü yerde yaşamayı tercih etti!
Gelmemi istiyorsun, istersin elbet. Sen; görmedin, yaşamadın, hissetmedin buraları, gözlerin dumanla yanmadı, burnun isle dolmadı, üstün başın kokmadı, göğsünü haklılığın o sımsıcak havası sarmadı! İstersin elbet, istersin ama ölmek var dönmek yok dedik gayrı.. desem de, o lafı geçtik artık, olay değişti dedim ya, asıl demem o zaten.. ölümün de ötesinde "böyle gitmez" denilebileceğini gösterdik, esas olan da bu değil miydi zaten_?
Şimdi sen gel diyorsun ya, içim yanıyor.. hasretinizle de elbet, ama asıl içimi yakan; bunca emekten sonra boynu bükük halde yanınıza dönme düşüncesi.. Ne demektir bilir misin bu_? İnsana olan inancın yok olması demektir.. Emeğe karşı saygının bitmesi demektir.. Bunca emekle, bunca sabırla, bunca haklılık ve bunca inançla bu kadar zaman dayanıp bir o kadar eli boş dönmektir eve.. Dönemem dedim diye üzülme, asıl 'dönme!" demesi gereken sensin bu süreçte.. zaten 'bırak, dön' demezsin ya, benimki de laf işte..
Oysa kaç kişiydik başladığımızda. Bak, yarın yüzbinlere vuruyoruz! Genel grev var yurdun her tarafında.. Artık biliyor ki insanlık; geleceği bugünde! dünkü korkuları yendik artık, bugünün gerçekliğiyle yarınımızı düşünür olduk. Ve anladık ki, anladık ki işçi, emekçi ve daha ziyadesinde insan olarak hepimiz; bugün tepkisiz kalırsak yarın tüm tepkileri alacağız üzerimize! Ve zaten bugün tepkisiz kalırsak yarınımızın olmayacağını anladık. Bugün bizi yalnız bırakanların, yarın yapayalnız kalacaklarını bildikleri bugün de, utançla değil, onurla yaşadığımızı gösterdik bacasız sobaların çevresinde!
Gel diyorsun ya şimdi; gelemem be annem. Gelirsem yarınsızlığımla gelmiş olurum, aksi takdirde yarınımı kazanmış olurum...

haseyn...

3 Şubat 2010 Çarşamba

İnsan Kardeşim

Sen hayata gözlerini yeni açmış şaşkın bakınırken etrafına, kulağına ismini fısıldadılar insan kardeşim. Benimse fısıldayacak başka cümlelerim vardı. Bu göndereni belli olsa da, alıcısı olmayan mektubun muhatabı sensin bir karış boyunla.

Sana tertemiz bir dünya sunulmayacak kardeşim, gel birbirimize dürüst olalım. Romantik cümlelerle gelişini kutlamaktansa geldiğin yerde seni bekleyenlerden bahsedelim. Kirli dünyamızın kirlenmiş insanlığından mesela... Nitekim en çok onlar üzecek seni, en çok onları anlamaya çalışacaksın.

İnsanlar tanıyacaksın benim güzel kardeşim, seveceksin onları, sıfatlar takacaksın. Dost diyeceksin, sevgili diyeceksin, canım diyeceksin. Öyle anlamlar yükleyeceksin ki onlara, en ufacık ayıbı yakıştıramayacaksın. İnanamayacaksın seni üzebileceklerine. Ya benimdir yanlış anlayan, ya da böyle şeyler hiç olmadı ben rüya gördüm diyeceksin. Hep inkâr edeceksin olanları, her şeyin bir açıklaması olmalı diyeceksin. Ama sonra öyle kırılacak ki kalbin, sen bile aklayamayacaksın onları zihninde. Onlar için en özenli kelimeleri bir araya getirerek kurduğun bütün cümleler birer yaraya dönüşecek ruhunda. Sen de yaşayacaksın bunları tıpkı senden öncekiler gibi. Kaçarı yok, el mahkûm…

Çok haşmetli yalanlara inandıracaksın kendini benim canım kardeşim. Öyle de aşkla inanacaksın ki o yalanlara… Çünkü o kadar güzel yalanlar ki onlar, sen de inanacaksın tıpkı senden önceki herkesin yaptığı gibi. Anlayamayacaksın kendini kandırdığını ya da kandırıldığını. Sonra bir gün uyandıracaklar o güzel hülyalardan seni. Meğer hepsi kendimi inandırdığım yalanlarımmış diyeceksin. Üzüleceksin kardeşim tıpkı hepimiz gibi.

Kendince anlamlar yüklediğin kelimelerin, kutsalların olacak senin de benim güzel kardeşim. Öyle inançla korumaya çalışacaksın ki onları, o kadar güçlü hissedeceksin ki kendini, hiç kimse yanına bile yaklaşamayacak kutsallarının sanacaksın. Ama elleri senin kutsallarına da yetişecek, sen de ağlayacaksın.

Kalbin kırılacak kardeşim ama senin de kırdığın kalpler olacak. İsteyerek ya da istemeyerek, farkında ya da değil sen de üzeceksin onları. Bazen göreceksin yaptığının vahametini, af dileyeceksin, gönül alacaksın. Bazen ise farkında bile olmayacaksın ezdiğin çiçeklerin.

Yanlış anlayacak, yanlış anlaşılacaksın canım kardeşim. Aynı kelimeleri kullanırken nasıl olur da bu kadar farklı şeylerden bahsediyor olabiliriz diyeceksin. Kendini anlatmak için çabalarken, sen ne söylersen söyle karşındakinin anlayabileceğinden fazlasını anlatamayacağını göreceksin. Çaresiz hissedeceksin belki kendini.

Hayatı sorgulayacaksın benim güzel kardeşim. Acıyı tanıyacaksın. Sadece kendi acını değil, etrafındakilerin ve tüm insanlığın acılarını. Devam etmek için sebeplerin tükenecek belki bazen. Tutunacak dal bulamayacaksın. Neyin uğruna diye soracaksın, neden diyeceksin.

İçindeki çocuk yanını, saf kalmış parçanı kirletecekler kardeşim, farkına bile varmayacaksın. Öyle bir an gelecek ki kendini bile tanıyamayacaksın.

Seni kirletmelerine izin verme benim güzel kardeşim. Sen koru kutsallarını. Öyle insanlar çıksın ki karşına aynı kelimelerle aynı şeyleri anlatabilsinler seninle. Öyle şeylere inan ki hiçbir güç yalan çıkaramasın onları. Sen büyürken çirkinleşen dünyaya uyup kirlenme benim canım kardeşim, bilakis seninle temizlensin dünya. Sen umut ol kardeşim, sen inandır bizi güzel günlere.

latife...

Takibana Production'da bana sonbahar yaprak dökümü!!!

Takibana Production'da bana sonbahar yaprak dökümü!!!
clemson(qq)-meksika sınırından amerika'ya geçmeye çalışan kaso/taso ikilisi kameralarımızdan kaçamadı! yönetim kurulundan alındığından bihaber olan kaso'nun yorumu merak konusu..

3'ün 1'i; kola kapağı ve zavallı edriyın

3'ün 2'si;kurbağaların sevinme zamanı

3'ün 3'ü;baba, kedi ve edriyın'ın gölgesi..