13 Şubat 2010 Cumartesi

Londra Notları 1: Düzen, Düzene Karşı...








Biz “ikibuçuğuncu dünyalılar” için “birinci dünya”nın bütün mitleri, kuşkusuz derin bir aşağılık kompleksi ile örülüdür. Küçüklüğümüzden itibaren yüz yüze geldiğimiz her sıkıntıda hasbelkader “evrupa” görmüş, görmemişse okumuş, okumamışsa dinlemiş, dinlememişse doğuştan o kültürü özümsemiş büyüklerimizden içimizi müthiş rahatlatan karşılaştırma cümleleri duymaya alışığızdır. “Adamlar yapmış abi”den tutun, “orda öyle mi ya, medeniyet kardeşim, başka bir şey”lere uzanan bir dizi ifadeyi belki duymayanımız yoktur.
Şehr-i Londra’ya adım attığımda, kulağımda artık silinmez bir yer etmiş o “medeni dünya”yı bir de dünya gözüyle görecek olmanın merakını ve haklı gururunu taşıyor olmam boşuna değildi. Artık “evropa görmüş” sınıfa dahil olacak, gelecek kuşaklara aktarmak üzere bir sürü karşılaştırmalı cümleyi heybeme doldurup dönecektim. Kimbilir, yeni, en yeni kuşak Tanzimatçı, yani “Jönjön Türk” olarak yetişecek, “etkili burun kıvırma teknikleri/kompleksliyim mutluyum” kitaplarıyla “bestseller(çok sattırılmak üzere piyasaya sürülmüş reklam abidelerinin kısaltılmışı)” olacaktım.
Kafamdaki “İngiliz” imajını tahmin etmek zor değil; hepimizde aşağı yukarı aynıdır: Düzenli, dakik, soğuk, kuralcı, tekdüze hayat. Bu imaj, Londra’daki ilk günlerimde kısmen yıkıldı, kısmen pekişti. Düzen, dakiklik ve kurallar konusunda evet, pekişti; insanlar ve hayatın akışı konusunda fark var.
Londra, iç içe daireler şeklinde bölgelere ayrılmış(Zone 1-9). Birinci bölge, şehrin tarihi merkezi; hayat, gezilip görülecek yerler, eğlence, kültür vs. ağırlıkla orada. İkinci bölge, hayatın hala renkli devam ettiği ama şehrin çehresinin de değişmeye başladığı yerleri kapsıyor. Üçüncü bölgeden itibaren meskun mahaller ağırlıkta; bölgeler yer yer etnik isimler bürünebiliyor: Bir mahalle Türkler’in, biri Hintlilerin, biri Bangladeşlilerin, bir bölge Siyahilerin vs… Dördüncü bölge ve sonrası, giderek varoşlaşıyor ve altıncı bölgeden sonra artık banliyö ya da şehir dışı semtlere geçiliyor.
Şehirde ilk günlerim ağırlıkla Birinci Bölge’de geçti. Haliyle, şehrin en parlak, en ışıltılı, en güzel, en düzenli yanıyla tanıştım önce. Yavaş ve sorunsuz işleyen trafik, örümcek ağı gibi metro sistemi, korumalı bölgeler, yaya önceliği, geniş kaldırımlar, insana kocaman bir açık müzede geziyormuş hissi veren binalar, tarih, mimari, canlı hayat, parlak ışıklar, metro girişlerinde sokak çalgıcıları, renkli insan kalabalığı ile ışıl ışıl bir “dünya şehri”.
Kurallar var, düzen var ve bunlara genelde uyuluyor. Metro istasyonlarında “soldan gidin” yazıyor ve herkes soldan gitmeye çalışıyor. Elektrikli merdivenlerde yürümeyenlere “sağda durun” uyarısı var. Herkes sağda duruyor. Trafikte çizgiler aşılmıyor, otobüs duraklarının hepsinin önü kırmızıya boyanmış, iki otobüs sığacak kadar alan var ve orada arabalar durmuyor. Her trafik lambasının önünde, köşe başlarında, yol ağızlarında yere “sağa bak, sola bak” diye not yazılmış. Metronun her durağında inerken ve binerken “mind the gap mind the gap” diye bağırıyorlar; boşluklara dikkat edin, düşmeyin, kolunuzu bacağınızı kırmayın… Her istasyon girişinde ücretsiz gazete dağıtılıyor; haliyle bütün yolcular “okuyucu”. İnsanların elinden gazete-kitap eksik olmuyor. Metro çıkışı asansörlerin “operatörleri” var; giriş çıkışı, kapı açılıp kapanmasını vs. yürütüyorlar. Şöyle dıştan bakınca hoş; belediye her ayrıntıyı düşünmüş diyor insan.
Ama gelin bir de benim gibi her şeye tersinden bakmaya meraklı “kılçık”lara sorun, neler görüyor arka planda… Her şeyin bu kadar “düşünülmüş” olması, insanları bir yerde hiçleştiriyor. Belki abartılı bir yaklaşım ama, esnek olmayı, pratik karar vermeyi, yaratıcılığı, heyecanı, bir yerde düşünmeyi öldürüyor bu düzen. Başarılı kapitalizmin tipik hastalığı yani: Belki rahat ama küçülmüş, silik, yabancılaşmış, hiçleşen insanlar!
Şehrin merkezinde mimari, yol düzeni, yerleşim, trafik … her şey kusursuz görülüyor. Ama biraz “kenar”lara açılınca, o şatafat yerini sıradan bir hayat telaşına bırakıyor. Evet, ana hatlarda bir metroyu en fazla iki dakika bekliyorsunuz, bazen arka arkaya geliyorlar; ama sabah işe gidiş ve öğleden sonra iş dönüşü saatlerinde belli duraklardan metroya binmek hayal. En az dört beş tane geçiyor; bir iki kişi ancak binebiliyor. Sıra size gelince araya sıkışıp gidiyorsunuz. İçerde boşluklar var mı? Var… Ama gazetelerine gömüşmüş insancıklar başkalarının da metroya binebileceği ihtimalini hep unutuyorlar. Otobüs duraklarında hangi otobüsün kaç dakikada geleceği yazıyor ve genelde dakikasında da geliyor otobüsler. Ama otobüs birazcık dolu oldu mu, sürücüler durakta kapıları açmıyor, binemiyorsunuz. Belki en az on kişi daha binebilir; çokça boşluk var… Ama “kuralları” uyguluyor sürücü, yağmur-kar olsa bile. Metro duraklarındaki kırk elli kişilik asansörlere binenler “operatörün talimatları” gereği dümdüz diğer kapıya doğru ilerleyip arkaları asansöre dönük şekilde “nizami” duruyorlar. Kimse yan dönmüyor mesela, kimse yana-arkaya bakmıyor neredeyse. Robot gibi binip robot gibi iniyorlar.
Örnekler çoğaltılabilir. Çoğuna abartılı da gelebilir bu yaklaşım. Ama bu basit örneklerden şuraya varmak mümkün: Hüseyin Akoğlu’nun kısa filmindeki gibi “her şeyin yolunda” olduğuna inanan, düzen içinde, hepsi birer Trumanlaşmış insancıklar yığınına dönüşüyor bu topluluk zamanla. Bu rahatlık, her şeyi düşünülmüş ve yolunda oluşu, insanları dış dünyaya karşı körleştiriyor, sağırlaştırıyor, aptallaştırıyor da. Burada doğup büyüyen biri için başka ülkelerde olup bitenlerin tuhaf, anlaşılması güç, masalsı ya da saçma gelmemesi işten değil. Tipik “zengin ve tutucu” aymazlığı içinde, en büyük korkuları düzenin değişmesi oluyor haliyle. Alışık olmadıkları bir durumla karşı karşıya gelince de afallıyorlar.
Şu, düzenin dışına çıkma durumları ile dış dünya aymazlığı meseleleri önemli. Ama bunları bir başka yazıda, bir başka çerçeveden ayrıntılı ele alalım.
Şimdilik özet niyetine şu söylenebilir: Dünyanın her köşesinde olduğu gibi, burada da bir döngü var. Hayat, iki yüzüyle devam ediyor. Belki her yerde nasılsa öyle; ambalajı ve içeriğiyle.Ambalaj, çok parlak, ışıltılı, güzel işlenmiş, albenili ve pahalı. İçerik ise, basit: Biraz canlı, biraz sıkıcı, biraz tekdüze, biraz renkli… Tipik bir metropol. En dikkat çeken yanı “düzen” ise, bir o kadar göze çarpan o “düzene karşı” oluşan iç düzen… Gün içinde tekdüzeliğin sıkıcılığına gömülen insanların akşamları “düzen”e nasıl ayak dirediklerini, pub’larda, otobüslerde, duraklarda, yollarda nasıl “gerçek hayat”ın çığlığını attıklarını görmek şaşırtıcı değil. Hepsi birer Truman evet ve filmin sonunda hepsi o stüdyonun duvarlarını yırtmak için kendilerini içkiye, eğlenceye ve düzensizliğe vuruyorlar. Düzen, hava kararınca düzenin karşısına geçiyor ve “insan” olmak istediğini haykırıyor adeta. Şu an için tek sıkıntı, insanların ertesi sabah gene düzene kapılıyor olmaları; gönlümden geçen ise, bir gün tümden bu “düzen”e başkaldırıp gerçekten insanca bir yaşamın izini sürmeleri… Benim, sizin, hepimizin… Bütün insanlık adına, zannımca tek çıkış yolu, en yakıcı ihtiyaç budur…




cs, ocak '10, londra.



Hiç yorum yok:

Takibana Production'da bana sonbahar yaprak dökümü!!!

Takibana Production'da bana sonbahar yaprak dökümü!!!
clemson(qq)-meksika sınırından amerika'ya geçmeye çalışan kaso/taso ikilisi kameralarımızdan kaçamadı! yönetim kurulundan alındığından bihaber olan kaso'nun yorumu merak konusu..

3'ün 1'i; kola kapağı ve zavallı edriyın

3'ün 2'si;kurbağaların sevinme zamanı

3'ün 3'ü;baba, kedi ve edriyın'ın gölgesi..