13 Şubat 2010 Cumartesi

Londra Notları 2: Karla Karışık – Karmakarışık














Brezilyalı Thandra, Eduardo ve Guido ya da Venezüellalı Ester için hoş, farklı, şaşılacak ve hatta hayran olunacak bir güzellikti: Şehre inen kocaman kar tanelerini görünce hepsi cama koştu ve çocuksu bir heyecanla karın yağışını izlemeye, birbirlerine yağan karı gösterip şaşkınca gülümsemeye başladılar. Ömürlerinde ilk kez kar yağdığını görüyorlarmış…

Tuhaf geliyor duyunca; çünkü bizler, gördüğümüz-duyduğumuz-bildiğimiz şeylerin dünyanın her yerinde, herkes için aynı olduğuna fazlaca inandırılmışızdır. Dünyaya, hayata, insanlara etnosentrik bakışın tipik örneği; belki bütün eğitim sistemimiz bundan ibaret. Bir Güney Amerikalı çıkıp Türkiye’nin haritadaki yerini bilemedim mi, şaşkın şaşkın bakıyoruz… “Ama nasıl olur, bizim şanlı…” … Mesela Koreli Atatürk adını duymamış olsun, ya güceniyor ya da ona cahil gözüyle bakıyoruz; “Ama bizim büyük…”… Yemeklerimiz, tarihi mekanlarımız, canlı-şanlı-kanlı tarihimiz, herkesin gözünü diktiği coğrafyamız, eşi menendi bulunmaz kültürümüz, “bütün başlardan …. başımız”, göğsü tunç siperi gençlerimiz… Öyle yüklenmiş ki “milli” tarih, “milli coğrafya”, vatandaşlık, andımız, üniversite yıllarına uzanan Türkçe-Tarih derslerimiz, dünyada bizden başka ülke, bizden başka ulus, bizimkinden başka kültür yok gibi yaşıyoruz. Ama bir de aynayla karşılaşmaya görün: Tosss! Çarptık kaldık işte. Tuz buz oldu “milli” bilinç…

Brezilyalı için “kız isteme”, yüzük, nişan, kına töreni gibi süreçleri anlamak oldukça zor. Üç kez tekrarladım Thandra’ya; “ama neden?” diye soruyor yalnızca, altı üstü biriyle evleniyorsun. Şilili Diego’ya ‘bizim memlekette domuz eti yemiyor insanlar’ dedim. Ağzı açık kaldı; bana kağıt üstünde kaburgalarını çiziyor, bunu barbeküde kızartacaksın, hmmm diyor… Ağzının suları akarak ve bana şaşarak; nasıl yani yemiyorsunuz??? Gel de anlat. Taylandlı Pattita ile Güney Koreli Chan Su köpek etinden bahsediyorlar; benim yüzüm buruşuyor. Fransa’da at eti yenirmiş, Linda anlatıyor. Bizde olsa “at etinden sucuk yaptılar” diye adamları manşete taşırsın. Jhonny bizim yanak yanağa selamlaşmamıza “aa çok ilginç” diyor. Bize olağan, sıradan, sanki hep öyleymiş ve öyle kalmalıymış gibi gelen şeylerden başkalarının haberi bile yok. Jang Türkiye’yi Mısırla Yunanistan arasında sanıyor, eh gene iyi tahmin sayılır. Guido Arap alfabesi kullandığımızı düşünüyor, onu bir türlü başka bir alfabe kullandığımıza inandıramadım, ben Türk televizyonunda gördüm diyor. İspanyol kızı Rocio’nun evi sahile çok yakınmış, sahilde bir iki çıplaklar kampı varmış, eve çok yakın gider gelirim diyor. Evdekilere “ben bi çıplaklar kampına kadar gidiyorum” deme rahatlığı… Tuhaf geliyor. Bizim “şanlı” tarihimizi pek bilen yok mesela, öyle ağzını açmış Anadolu’yu bir an önce ele geçirmek için bekleyen de görmedim pek. Bizim için mesela bir Brunei, bir Guatemala, bir Micronesia neyse, çoğu insan için Türkiye de o.

Belki de “jeopolitik konum”, “dünyayı sarsan tarih”, “eşi bulunmaz coğrafya” anlatımlarına fazlaca kaptırmışız kendimizi. Dünyada onlarca ülke, milyarlarca insan, yüzlerce farklı kültür var. Her ülke, kendine has bir tarihe sahip; her kültürün iyi kötü yanları var; her din kendine münhasır özellikler taşıyor, bazen diğerleriyle benzeşiyor; her coğrafyanın farklı bir güzelliği var…

Eğitim dediğimiz şey, bunlardan başlamadığı için belki, “farklı” olanı gördüm mü afallıyoruz, anlamakta, kabullenmekte güçlük çekiyoruz. Bir ara Ankara duvarlarını süsleyen tuhaf, gülünesi bir slogan vardı: DTO; açılımı, Dünya Türk Olsun. Tam da bu kafada çocuklar yetiştirdik, hala yetiştiriyoruz. Hasbelkader içinde bulunduğu ortamı dünyada bir eşi daha olmayan üstünlükte gören hastalıklı bir anlayışla…

Oysa….Ailede, çevrede, okulda, askerde, medyada, işte, sokakta… Her yerde “megalomani” geliştireceğimize dünyada bizden başka insanlar da olduğuna inandırsak çocukları, “başkaları”ndan bahsetsek ara sıra, “sınırlarımıza göz dikmiş düşmanlar” yerine farklı kültürden komşularımızla tanıştırsak… Savaşlar kronolojisinden ibaret tarih kitaplarını biraz değiştirip insanlık tarihine ne kattığımızdan bahsetsek, yetiştirdiğimiz bilim adamlarını, buluşlarımızı, büyük sanatçılarımızı, yaptığımız köprüleri, medreseleri, hastaneleri, arkeolojik geçmişimizi öne çıkarsak, coğrafyamızı yalnızca göz dikilmiş “jeopolotiği” ile değil de insanlık tarihi içinde emanet alınmış bir güzellik olarak sunsak… Biliyorum, en canı gönülden isteyenlerimize bile “tuhaf” ya da “çok zor” gelecek dilekler bunlar, ama bunları yapmış, yapabilmiş olsak, şimdi bizler dünyaya, dünya da bizlere daha farklı bakar olmaz mıydık?

Her insan, her farklı kültür bir ayna; o aynaya baktıkça kendini daha doğru konumlandırıyor insan. Bizler, bu coğrafyanın “yazık” kuşakları, hep birbirimize baka baka karardık. Hindistan’dan sonra ikinci kez “ayna”yla yüz yüz yüzeyim. Ve bir kez daha ve daha bir pekişmiş şekilde anladım ki, haritalarda birer bellilikten başka bir şey değil “sınırlar”. Ne coğrafyalar, ne ülkeler, ne kültürler arasında sınır var. Asıl sınır, kafaların içinde, öğretilenlerde, öğrenilenlerde. Kafaların içindeki sınırlar kalktıkça, haritalardan da bir bir silinecektir sınırlar. İşte o zaman belki düşlenen “gökkuşağı”; insanlık her bir farklı rengini o güzelliğe dahil ederek, ışıl ışıl bir dünyanın rengarenk haritasını çıkaracaktır.




cs, şubat '10, londra.




Hiç yorum yok:

Takibana Production'da bana sonbahar yaprak dökümü!!!

Takibana Production'da bana sonbahar yaprak dökümü!!!
clemson(qq)-meksika sınırından amerika'ya geçmeye çalışan kaso/taso ikilisi kameralarımızdan kaçamadı! yönetim kurulundan alındığından bihaber olan kaso'nun yorumu merak konusu..

3'ün 1'i; kola kapağı ve zavallı edriyın

3'ün 2'si;kurbağaların sevinme zamanı

3'ün 3'ü;baba, kedi ve edriyın'ın gölgesi..