11 Eylül 2009 Cuma

CASO' DAN TAKİBANA ÖYKÜSÜ...

aslında sen gittiğin zaman, "türkiye bir bohem'den daha kurtuldu" edasıyla, toplumcu gerçekçi kardeşim ferdi, optimist kararsız gökmen, liberal pragmatist m.zan, yaratıcı entellektüel haseyn ve cümle "türkiye halkı" olarak, topluca sevinmedik değildi. artık seninle boğazına kadar hamburger ve ketçap ve kola ve obez amerikan ahalisi uğraşacaktı. bize neydi...



fakat zamanla bu sevinç bir boşluğa, derken bir anlamsızlığa, bilemedin bir obsessiyona, giderek depresyona ve sonunda hüzne dönüştü. doğrudan hüzne de dönüşebilirdi; fakat birtakım psikolojik sorunlara bulaşmasa, sana yakışmazdı.

bir akşam gökmen'i kurtuluş'taki öğrenci evinin şehrin ışıklarına bakan kirli balkonunda, ışıkları kapamış, içeride yüksek sesle ibrahim sadri şiiri dinlerken buldum:
"Sen icerdeyken ben... vita kutularinda cicek yetistirdim
Sokakta top oynadim cocuklarla... ayakkabilarimi eskittim"

gözlerinden aşağı umarsızca bir damla süzülüyordu. ve gökmen sanki o hüzün deryasında boğulmuş, kaybolmuştum. uzanıp omzuna dokunayım dedim, vazgeçtim. şiir, yavaş yavaş bana da dokunuyordu:
"Sen icerdeyken ben..kirami ödedim, pijamalarimi giydim
Haber bültenlerini izledim..gazetelerden kupon kestim"

ikimizin de içinde aynı çocuk ağlıyordu sanki. bu şiir, bizi aynı yerimizden yaralamıştı.
"gökmen..." dedim, sustum. devamını getiremedim. usulca kaldırdı başını, gözleri çakmak çakmaktı. bıraksam, "ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak kocatepe'den afyon ovası'na atlıyacaktı".

başını kaldırdı ve baktı... "boşver 128..., dedi, aldırma reis...."... sonra uzun uzun batı'ya baktı. senin olduğun yere. o kadar uzağa dikti ki gözlerini, sanki atlas okyanusu'nu aşıp, south carolina'da gözleriyle sana sarılıyordu. artık bu sahne karşısında kendimi tutacak dermanım kalmamıştı.
koşarcasına kollarına atılıp hüngür hüngür ağlamaya başladım.
ansızın dönüp bana baktı, anladın mı, dedi; anladım dedim, anladım.... "ve o günden sonra, hiçbir zaman, hiçbir yerde, hiç ağlamadım".

ta ki...

ta ki yüksel caddesi'nin mimar kemal ilkokulu'na dönen köşesinde, karanlığa sırtını vermiş, dayanılmaz ağustos sıcağına rağmen yeşil parkasına sarılıp öylece şarabına yumulan adamla karşılaşana kadar.

sakarya'nın en orta yerinde mehmet zanla randevum vardı. yine bilmem ne kuramlarını soracak, silgileri bile kaybolsa ağlayarak gelip ona sığınan arkadaşlarının bitip tükenmeyen hikayelerini anlatacak, üç dört kadehten sonra yarı sarhoş yarı fırsatçı bir kimliğie bürünüp beni, bizi ne kadar sevdiğini, hayata ankara'da yeniden başladığını anlatacaktı. aslında ezberlediğim tipik zan sendromlarıydı; ama ne yapayım, hatay'da, lastik dükkanının arka tarafında tepsi kebap yemeden önce değerli abimiz hasan zan'a söz vermiştim. bu çocuğun bütün sıkıntılarıyla uğraşacaktım.ve sözümü tutmak uğruna, ankara'da enerjimin yüzde seksenini m.zan'a aktarıyordum. hem de sevgilimi duygusal yönelimlerim konusunda şüpheye düşürecek denli zaman ayırdığım bu zatı hala neden sevdiğimi dahi bilmeden...

fakat... zan için koşturmakta olduğum sırada, o adama rastladım. yanından hızlıca geçip bir kaç adım yürüdüm ama içimde bir şey sızladı. geri döndüm.
belki sıradan bir şarapçıydı, yüzünü bu kadar tanıdık kılan, beni aniden yolumdan çeviren o güç neydi peki? bu şarkılar mı? karanlıkta yüzünü seçemememe rağmen, bıyıkları olduğunu iyi kötü seziyordum.

nedenini bilmediğim bir itkiyle usulca gidip yanına çömeldim. hayır, sıradan bir şarapçı değildi. yanında her yana saçılmış kağıt parçaları, kalemler, birtakım küçük beyaz kutular vardı. sonra bu ıslık, bu şarkı?... "dağılıırr gider, kara bir buluutt..."... sonra "baaakişçi tulumu giiymiş umuut".... yok canım, daha neler....
o arada aşağı köşeye parkeden bir arabanın ışığı vurdu üzerimize.

aman tanrım! bu ilaç firmalarının eşantiyonu kalemler, küçük not defteri, prospektüsler, sayfalarca kağıt... evet, yanılmamışım, beni yolumdan alıkoyan güç, dostluktu: bu adam, biricik dostumuz ferdi'den başkası değildi. heybetli nietzsche bıyıklarının altında kirli sakalı, haki yeşil solcu parkası, doktor çantası, aceleyle etrafa saçılmış ilaç kutuları ve öykü-şiir müsveddeleri arasında derbederşekilde cumartesi şarabı yudumlayan adam, ferdi'den başkası değildi.

gözlerine inanamadım. uzun uzun susarak birbirimize baktık. gözlerimiz doldu. ağladık. uzaktan, yüksel'in circop mekanlarından inadına sezen aksu çalıyordu: sen ağlama... ama biz ağladık. arı dershanesi'nin önünü mekan tutmuş taksi dolmuşçulardan biri teybin sesini açıp "içkiiii nedirr bilmeaaeeezdiiim/şimdiiiiiiiii bir ayyaş oooldum, kedeerle ızzzzdıırapla beaan, arkadaaaş oooldum!" diye tatlıses'i bağırtınca, ikimiz de yığılıp kaldık adeta. bizi böyle yapan neydi, kimdi...

cevabını adımız gibi bildiğimiz bu soruyu, öylesine sokakta bırakıp kalktık. bütün kağıtları, ilaç kutularını, ferdi'nin hep sana ve bana getirdiği eşantiyon kalemleri, öykü-şiir müsveddelerini ben toplayıp doldurdum çantaya. o arada behçet aysan'ın dizeleri çalındı gözüme; o da doktordu bilirsin, ve güzel yazardı:
"sen bu şiiri okurken, ben belki başka bir şehirde olurum"...

başka bir şehir olsaydı keşke, ah... başka bir ülke, hatta en uzak, en ulaşılmaz kıta olmasaydı... "bitmeseydi... bitmeseydi bizim öykümüz böyle".

...

... evet, bu öykü böylece biter sanıyordum. senin yokluğunun, çıkıp ta amerika'lara gidip, bizi böyle çaresiz, bizi böyle derbeder, bizi böyle ortalarda bırakmanın yükünün bununla sınırlı kalacağını düşünüyordum.

ama yok... acı, bir türlü yakamızı bırakmıyordu. sanki bir veba salgını, sanki uğursuz bulutlar, sanki bergman filmlerinden fışkıran bir karamsarlık havası bütün yurdu sarmıştı.
geçen haftasonu önce m.zan aradı. daha doğrusu ben telefonda onun ismini duyunca öyle sandım. ancak telefondaki ses... evet, hasan zan, keder ve şaşkınlık içinde olanları bir çırpıda anlattı.

zan... ah sevgili çocuk... ah duygulu yiğit.

bir süredir antakya'da seğirten zan, gökmen'in de ankara'ya gelmesiyle tam bir boşluğa düşmüş. "ben o'nsuz hayatı neylerim" diye önce depresif hareketler gözlenmiş; sonra birkaç gece ortadan kaybolmuş. polis, jandarma ve itfaiye'nin yoğun çabaları sonucu, harbiye'de bir çalı dibinde öylece kıpırtısız oturup düşünürken bulunmuş. zorla su içirilmiş, içli köfte ve künefe tıkanmış ağzına; bana mısın dememiş. açlıktan nefesi kokan, zaten ince olduğundan grevdeki cephelileri anımsatan zan'ın neden bu hale geldiği bir türlü anlaşılamamış.

evet, biliyorsun ki bu da senin eserin! bu da senin enkazın kemal akoğlu!..

daha gençliğinin baharında, henüz üniversiteli olmanın verdiği heyecan, kalem'e mali sorumlu olarak atanmanın getirdiği heves ve benimle tanışmanın bir türlü üzerinden atamadığı coşkunluk gözlerinden okunurken o pis öğrenci evinde mutfağa tıkadığın bu çocuk, bizim bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalarımız boyunca bize çay taşımaktan başka ne yaptı? geceleri senin bunalımlı camus-kafka hikayelerini, ölüm-remzi bey ve tülay üçgeninde geçen acılarını, bohem savrulmalarını, takıntılarını, bitmek bilmeyen işlerini, birbuçuk saatlik tuvalet sefanı, uykusuz muhabbetini büyük bir sabırla, okumayı yeni söken bir çocuk hevesiyle çekmekten başka ne yaptı? bunun bir yerde, hem de sana böyle alışmışken, seni böyle özlerken patlayıvermesi gayet doğaldı ,kestiremediğimiz, yalnızca zamandı. ve işte olmuştu!

en son, erol'ün dedesinin süzüp güç bela vermeye ikna olduğu keskin boğma rakı'dan koklatılınca kendine gelen zan, yarı ayık yarı baygın "keuğ....ma... cemma...sal.....akoğ...oktay elli...imge otu...ferr...kuş......kema...." türünden yarı anlamlı yarı anlamsız sözler sarfetmiş. kedere boğulup doktor doktor gezen ailesi, çare bulamayınca zan'ı da alıp akoğlu avlusu'na gelmiş. akoğlu sülalesinin üzgün bakışları arasınd, sait akoğlu'nun önerisiyle son çare olarak burada bir doktor bulmam için beni aramaya karar vermişler. iyi ki de öyle olmuş.

beni aradıklarında dağ gibi hasan zan, yanında sait akoğlu, yengeler, meryem sitti, amcalar ve maşuklu eşrafından kimseler vardı. kalabalıktan hasan amca'yı duymuyordum. en sonunda telefonun hoparlörünü dışarı açtırdım; deniz için uyguladığım taktik aklıma geldi, sesimi yükselterek ortama uzaktan da olsa hakim oldum. sorunu anladıktan sonra, her ne kadar mesele ferdi kuşçu'nun uzmanlık alanına girse de, daha fazla zaman kaybetmemek ve insanları üzüntüden kurtarmak adına, haddimi aşarak dünyada belki mehmet zan üzerinde etkili olabilecek alternatif tıp yöntemini devreye soktum:

telefonu yarı baygın mehmet'in kulağına götürmelerini söyledim. kendimi hazırladım ve var gücümle bağırdım:
"oğlum sana sesleniyorum,
işitiyor musun
mee meeet... me meet"

o an sevinçli sesler geldi. gözleri fal taşı gibi açılmış...
ve hiç kesmeden devam ettim:
"gözüm, benim için aşti'ye gider misin, bir tanıdık gelecek de..."

kısa süreli bir sessizlik oldu. derken....
karşımda her zamanki mehmet zan: "duyduk abi, ne bağırıyorsun. evet, kaçta, hangi otobüs?...."

işte bu! başarmıştık. arkadan sevinç çığlıkları yükseldi. mehmet, kısmen de olsa kendine gelmişti.

sonradan konuştuk, tam tahmin ettiğim gibi... telefonda içini döktü biraz, rahatladı. "meğer ben ne çok alışmışım abi", dedi, sesi hüzünlüydü. "düğünden sonra uzun süre kafam rahatlayacak diye sevinmiştim. hele gidince... ama hiç de öyle olmadı. bir tür bağımlılık olmuş; çay demlemek, onun nazını çekmek, aşti'deki işlerini halletmek... o gidince uzun uzun kitaplarına verdim kendimi. sonra bildiğin durumlar işte... meğer sorun ondan değil, kitaplarındaymış. bunlaımın kaynağı onlarmış abi... ama biliyor musun..." dedi, sustu. anladım ki, ağlayacak... neyse, dedim, aldırma zan, bak, biz dayanıyoruz, sen de alışırsın... kaldı öyle.

şimdi iyiymiş, babasının yanında işe başlamış, günlerini işçi önlüğüyle, lastiklerin tozlarını alarak ve komşu esnafla çayına tavla oynayarak geçiriyormuş. tam düzelince gidip alacağız gökmenle. hasan amca rica etti, yalnız göndermek istemiyor.

...

ve hüseyin ve cem ve burhan ve sizin bakkal ve diğerleri...

bunca vaveyladan sonra, gözlerin yaş dökmeden, yüreğin kabarmadan, ellerin titremeden okuyabilecek misin?

bu güzel çocukların, bu vatan evlatlarının ne hale geldiğini duymayı yüreğin kaldıracak mı?

sen mutlu mesut yuvanda, tülay, araban, kedilerin, ısmarlama pizzan, popcorn'ların ve "hey meen, hey meen" diye seslenen sahte dostlarının arasında geride bıraktığın enkazın yükünü omuzlarına hissettmeden rahatça uyuyabilecek misin?

ve evet...öyle yılmaz güney'lik "arkadaş" pozlarına, "cemil" edalarına girme hemen...

"ya sen" diye sorduğunu duyar gibiyim.

ben? ya ben ha....

dostum...

"sen amerika'dayken ben..."
"ben..."

ben...


yok, şimdi devam edemeyeceğim!...
:-(

...

Hiç yorum yok:

Takibana Production'da bana sonbahar yaprak dökümü!!!

Takibana Production'da bana sonbahar yaprak dökümü!!!
clemson(qq)-meksika sınırından amerika'ya geçmeye çalışan kaso/taso ikilisi kameralarımızdan kaçamadı! yönetim kurulundan alındığından bihaber olan kaso'nun yorumu merak konusu..

3'ün 1'i; kola kapağı ve zavallı edriyın

3'ün 2'si;kurbağaların sevinme zamanı

3'ün 3'ü;baba, kedi ve edriyın'ın gölgesi..